27 Nisan 2013 Cumartesi

İnceleme: Da Vinci's Demons'a İlk Bakış

url10-600x809

Amerikan kablolu kanal Starz, türünü fantastik tarih olarak tanımladığı, çok önceden siparişini verdiği ve bir süredir de özenle hazırladığı dizisi Da Vinci’s Demons‘ı nihayet 12 Nisan’da karşımıza getirdi. Dizinin arkasında Batman üçlemesinin senaristi David S. Goyer, merkezinde de tarihin en dikkat çekici sanatçılarından Leonardo da Vinci olunca, birçok insan diziyi zaten merakla bekliyordu. Ben de bunlardan biri olarak ilk 2 bölümü izledim ve üzerine bir şeyler yazayım dedim.
Yazıyı belli başlıklar üstünden götürmeyi planlıyorum. Tabii ki, aslında mecburen spoiler (ispiyon) olacak, onu da şimdiden belirteyim; sonra sorun yaşamayalım.

1) Starz:

Tanıtım için yeterince arkasında durduğunu düşünüyorum. Game of Thrones gibi sezon öncesi 40 tane video yayınlamadı ve haberleri  iyi yönetti. Zaten ilgi çekecek yapıdaki bir diziyi, bir de Spartacus‘ün finalinin arkasından yayınlayarak da sağlam bir giriş yaptırdı. Yorumlardan anladığım kadarıyla birçok kişide “Spartacus’ün boşluğunun üstüne…” lafları dolanıyor, bu açıdan güzel oldu.
Peki, bu sezon niye 8 bölüm allasen? Tamam, bir Türk dizisi zaten istemiyorum, 22 bölümlük klasik Amerikan dizilerinden de olmasın. Ama bari 10 olsun, 12 falan olsun. İnsan biraz Showtime, HBO falan örnek alıverir… Projenin arka sırasında dizileri hep kısa sezonlara sahip İngiliz milletinin familyasına tabi BBC Worldwide da var; aklıma bir o geliyor.
Ek: Dizinin bizim ülkedeki yayın hakları FX kanalında. Hatta ertesi gün 00:00′da ilk yayınla girdiler bile. Oradan izlemedim ama biraz baktığım kadarıyla, bir Cnbc-e sansürü gibi sansür yok dizide. Gerçi siz yine de altyazıyla devam edin, maceraya gerek yok derim ben.
Ek2: Dizinin FX’e gelmesi üzerine haftasonu Hürriyet‘te Tom Riley (da Vinci), Laura Haddock (Lucrezia) ve senarist David S. Goyer ile yapılmış bir röportaj da çıktı.
Ek3: Dizinin ilk bölümünün ardından, daha ikincisi bile yayınlanmadan 2. sezon onayı geldi. Da Vinci 2014′te de bizimle olmaya devam edecek.

2) Leonardo Da Vinci:

Sizi bilmem de ben sevdim bu Vinci’yi. Hareketli ve ukala bir Leonardo beklemiyordum, ondan olsa gerek.  Karakterin kendisini de hayatını da ilgi çekici ve ilginç kılmayı başarmışlar. Başrol Tom Riley de o sevdiğim aksanıyla cuk oturmuş, yani seçim açısından başarılı bir aktör. Hoş, kadro genel anlamda iyi oturmuş ama ben Vinci’yi daha çok sevdim.
Yazın “Aksiyon adamı Leonardo’yu izleyeceksiniz” dediklerinde biraz tırsmıştım. Risk gibi gelmişti ve dizi beklediğim gibi çıkmasaydı ciddi bozulurdum. Bir de üstüne merkezde Mitraizm tarzı bir yapının olacağını söylediler. Ne diyorsun sen derseniz:
#Mitraizm: Sadece oldukça gizli olan bir grubun üyelerine açıklanan bir sır etrafında gelişmiş mistik bir kült. Özellikle de Romalılarda yaygındır.
Yani bizim Yaprak Kitabı’ndan, Vatikan’ın gizli emellerinden ve Türk’ten bahsediyorum. Daha doğrusu temeli İstanbul’a dayanan bir karakter eklemelerinden. Tabii bizim medya kısa sürede balıklama at-la-, tahmin edersiniz. Da Vinci’yi “Seçilmiş Kişi” kalıbına sokmasına biraz güldüm ama olaya macera ve sır katmak için bir yerden girmek lazımdı, Goyer buradan girmek istemiş. Olur.
Peki ne olacak bu Vinci’ye?
Yaprak Kitabı etrafında bir mücadele ve karmaşa Medici ailesini de içine alarak yürüyüp gidecek gibi duruyor. Ama tarihe göre Leonardo’nun 1476-1478 arası hayatı kayıp gibi bir şey. Dizi de ne tesadüfdür ki (?!) şu an itibarıyla tam da bu zaman aralığında geçiyor. Nedeninden altta da biraz bahsettim. Dolayısıyla en azından sezonun kalan 6 bölümünde nelerle karşılaşacağımız David S. Goyer‘e kalmış gibi bir şey. Sonumuz, pardon Leonardo’nun sonu hayrolsun diyeyim ben…

3) Kadınlar: 

Leonardo da Vinci cinsel kimliği tam olarak bilinmeyen bir isim. Bilindik bir evliliği ya da sevgilisi yok. Dolayısıyla da cinsel kimliği tarihçilerin hala tartıştığı bir konu. Ama interneti biraz karıştırırsanız da fark edersiniz, da Vinci’nin eşcinsel olduğunu iddia eden, hetero olduğunu iddia edenlerden daha fazla. Adamlar bir yerlerinden de sallamıyorlar tabii ki…
Leonardo da Vinci henüz 24 yaşındayken, yani 1476′da, o dönemki mahkeme kayıtlarına göre 3 kişiyle birlikte sodomi yüzünden yargılanmış. Hatta beraberinde yargılandığı kişilerden biri Medici ailesine çok yakın yakın olduğu için Lorenzo‘nun veya o düşman başına babasının etkisiyle mahkemeye delil yetersizliği kararı verdirttiği de iddialar arasında…
LEONARDO-DA-VINCI-TOM-RILEY-HOLLYWOOD-SPY-DA-VINCIS-DEMONS1
Ama benim bu dediğim olaylar, tarihe göre Milan Dükü öteki tarafa bileti sadece gidiş olarak aldığı olaydan önce yaşandı. Üstüne de bizimki dizide bir erkeği nazikçe geri çevirdi. Yetmedi Lucrezia Donati ile ilk bölümden yatağa da girdi. Bu yüzden dizide hetero kimliğine yöneldiklerini düşünüyorum. Garipsemişliğim de yok ama merakım baki kaldı. İleride işleri bu yönde karıştırırlar mı acaba? Lucrezia ve Clarice de varken? Bakalım…
Gerçi bu adam üreme faaliyetlerini iğrenç bulduğunu özellikle dile getiren ve bu sayede Freud’un bile ilgisini çeken biri, o da ayrı…
** Sizi bilmem de ben Lucrezia’nın casusluğunu yemedim, yani tahmin edilebilirdi. Sanki orası biraz hafif kaçtı.
** Assassin Creed 2: 
Diziyi izleyen birkaç kişinin macera oyunuyla benzerlik taşıdığıyla ilgili düşündüklerini gördüm. Oyunla öyle içli dışlı biri değilim, ama içimde kalmasın: İkisi de tarih üzerine kurulu ve mecburi bir grafik kullanımı var. Elbette çıkar ortak noktalar. Zaten İtalya Film Komitesi yüzünden adamlar diziyi Floransa’da bile çekemiyorlar, Galler bölgesindeler. Bence zorlamayıp keyfini çıkarmak lazım…
Evet, benim 2 bölüm itibarıyla diziyle ilgili yazacaklarım bu şekilde. Güzel gittiğini düşündüğüm bir dizi ve umarım bundan sonra da hem reytingini korur, hem de tarzını bozmaz, ki bu sayede uzun ömürlü de olur…
aytac@birdizihaber.com
Devamını oku ...

7 Nisan 2013 Pazar

Tanıtım: The Lying Game



Ulusal kanal ABC’nin çocuklarından olan ABC Family, daha çok gençlere yönelik dizi üreten bir kanal. Gossip Girl ya da The Vampire Diaries gibi dizileri yayınlayan The CW’dan da hallice. Onun kadar popüler olmasa da zamanında Kyle XY ile başlayan bilinirlik sürecinde Pretty Little Liars ile tavan yaptı. Dizinin çok sevilmesi üzerine harekete geçen ve uyanıklık yapan yapımcılar, kitap uyarlaması dizinin yazarının yazdığı diğer seri olan The Lying Game‘i de dizi olarak uyarlamaya karar verdiler. Eh, bu etiketle başlayınca da dikkat çekmesi kaçınılmaz oldu. Ben de oturmuş izlemiş ahaliden olarak, dizi için bir tanıtım yazayım dedim.

Dizinin kanalı için The CW’dan hallice demiştim. Bu dizi için de yazar tarzını değiştirmemiş, Pretty Little Liars’tan hallice olmuş denilebilir. Hatta yemeyip içmeyip kitap yazdığından şimdiden seri için 6 kitap çıkmış durumda. Pretty Little Liars’ın şu an 12’de olduğuna ve geldiği noktaya bakılırsa varın gerisini siz düşünün… En iyisi ben lafı fazla dolandırmadan biraz da konuya girişeyim:
 

The Lying Game, ikiz kardeşler Emma ve Sutton üzerine kurulu. Yıllar önce doğum sırasında annelerinden ve birbirlerinden ayrılmış, başka ailede (Sutton)/ailelerde (Emma) yetişmiş 2 kız… Tabii yıllar içinde ikisinin ortak tek yanı da görünüşleri kalmış. Zengin-fakir, iyi-kötü, çalışkan-sorumsuz derken birbirlerinin zıttı olmuşlar. Ama nasıl olmuşsa da olmuş, bu ikisi birbirlerini bulmuş. Dizi de bunun üstüne başlıyor zaten. Sıradaki hedefse el ele verip annelerini bulmak. Haliyle de kimliği belli olmayan babalarını… Ama işte biz dizi izlediğimiz için işler tam da “bu” noktada karışıyor.

Kardeşlerin fakir ama onurlusu olan Emma, yanında kaldığı berbat ailedeki kardeşi tarafından taciz edilmekten son anda kendini kurtarıyor. Bir de öğreniyor ki aynı insandan mütevellit bir hırsızlık suçlaması  da üzerine kalmış. Bunun üstüne de kaldığı yeri terk edip kendini aniden yollara atıyor. Kime gideceğini tahmin etmek için de kâhin olmaya gerek yok. Sutton öz ve ikiz kardeşini karşısında görünce cin kafasını çalıştırıp annelerine yönelik bir arayışa çıkmak için üzerinde durduğu ipucunu kullanarak ve kardeşini ikna edip yerine geçirerek Los Angeles’a gidiyor.
 

Emma da Sutton’ın hayatını içindekilere birlikte aynen devralmış oluyor.. Hatta görünürdeki erkek arkadaşı ve gizli erkek arkadaşına kadar… Eh, yıllar yılı görmediğin birinin yerine geçmek kolay olmasa gerek. Bunun ailesi var, en yakın arkadaşları var, okuldaki düşmanları var, hatta ikizlerin varlığını bilip de gerçekleri saklamak için kızların arkasından iş çevireni var. Dahası bile var… Emma 2-3 gün diye girdiği Sutton profilinde kardeşinin planlarının uzaması nedeniyle sıkışınca işler daha da renkleniyor. Sutton aslında neler karıştırıyor, Emma yakalanacak mı, kim anlayacak, kızların ikiz olduğunun ortaya çıkmaması için uğraşanlar derken de dizi akıp gidiyor.
 
Yakın arkadaş: Mads, Gizli sevgili: EthanEmma (Sutton), Kız kardeş: Laurel

The Lying Game tarz olarak Pretty Little Liars’tan hallice olabilir, doğru, ama “onun kadar” da değil. Arkası yarın bölümlerini iyi kurgulamayı ve merak duygusunu kamçılamayı iyi biliyor. İlk başta hala severek izlediğim PLL’ın yazarının dizisi diye katlanırken dizi, çizgisini de bölümler geçtikçe artırarak gittiğinden artık severek izlemeye başladım. Hele şu sıralar devam eden 2. sezonu bana göre ilkinden daha başarılı gidiyor. Ama beklentiyi de çok fazla üst seviyelere çıkarmış olmayayım.

The-Lying-Game-3-the-lying-game-tv-series-28068540-570-321

Dizideki karakterlerin insanlardan farklı tepkiler alabilecek türden bir yapıları var bana göre. Misal erkek ana karakter Ethan’a hala alışamadım. Ama dizideki yan karakterleri katmak için cast çalışmalarını kim yaptıysa eline+gözüne sağlık. Bir de ikizleri oynayan Alexandra Chando, cadı Sutton’ı bu kadar iyi oynarken melek Emma niye gözüme batmakta mesela? Karakterin iyilik melekliği durumundandır belki de… 2 sezon oldu bunu da hala anlamış değilim. Oyunculuklar için genel anlamda bir gençlik dizisinden ne bekliyorsanız o, denilebilir. Sırıttığı söylenemez ama arşivlik de değiller işte.

Velhasıl, eğer yeni bir gençlik dizisi arıyorsanız ya da Pretty Little Liars izleyen/izlemeyi düşünen biriyseniz buna da şans verebilirsiniz. Şiddetsiz olsa da tavsiyedir. İyi seyirler.

Kaynak: Birdizihaber.com - Yazı bana ait!
Devamını oku ...

5 Nisan 2013 Cuma

Tanıtım: In Treatment

tumblr_mb6hs3gGYP1rnyrrio1_1280-600x337
Amerika’nın en sevilen kablolu kanallarından biri olan HBO, biz bir zamanlar 2008 yılını yaşarken karşımıza alışık olmadığımız formatta yürüyen ve işleyen bir dizi getirmişti. Malum, diziyseniz ve renginiz pembeye yakın değilse 3. sezonunuz 28, 2. sezonunuz 35, ilk sezonunuz da 43 bölüm sürmez. Ama bir dizinin, yani In Treatment‘in sürdü.

Üstelik sevilerek de izlendi, ki bu sayede devamı geldi. Hatta benim gibi “Bu kadar bölümü olan diziye girilir mi?” diyen üşengeç bile arka arkaya, bayılarak izledi, gerisini siz düşünün. Eh, izlemişken de hakkında bir şeyler de karalayayım dedim.

Nasıl bir dizidir In Treatment?
In Treatment da Amerikalıların uyarlama kariyerine tabi bir dizi. Ama bu sefer Avrupa taraflarından değil İsrail’in Be’Tipul adlı dizisinden uyarlandı. O dizi 2 sezon sürmüş, ama Amerikalılar sevince ve diziye Globe ile Emmy gelince, HBO dizinin sonuna 1 sezon daha monte etti. Yapım genel konsept gereği bir psikolog ve onun hastalarıyla yaptığı seanslar üzerine kurulu ve bir döngü var.

Örneğin, ilk sezonda ilk 4 bölüm ana karakter Paul’un 4 farklı hastası ile olan görüşmelerini, 5. bölüm isekendi psikoloğuyla olan seansını izliyoruz. Sonra başa dönüp sırayla aynı hastaların yeni seansları bize sunuluyor ve böyle sürüyor. Bu noktada konuya daha açık bir şekilde gireyim:

Paul Weston, 50′lilerini yaşayan, alanında tanınmış ve başarılı bir terapist. Baltimore’daki eviyle birleşik muayenehanesinde hastalarını kabul ediyor ve ailesiyle de dış görünüş itibarıyla normal bir hayatı var. Kendince dışına çıkmayı istemediği kuralları bulunan, sınırları olan biri. Ama terzi kendi söküğünü sökemez misali o da dizinin başlamasıyla birlikte terapiye gidiyor.

Her bölümün başında, sezon boyunca birkaç seansını izlediğimiz hasta içeri giriyor ve ikili karşı karşıya oturarak hastanın hayatı ile ilgili konuşmaya başlıyorlar. Sonra da bir bakmışız ki yaklaşık 30 dakika süren bölüm bitivermiş…
Paul ve eşi Kate

In Treatment böyle bir yapıya sahip olduğu için tabii ki tek mekanda geçen bir dizi. Dizinin büyük çoğunluğu Paul’un muayenehanesinde geçiyor ama kendi seansı için terapistinin yerini de görüyoruz.  Evinden kesitleri ya da bunun gibi ufak bazı detayları da… Kadro da sadece 5-6 kişiden oluşmamakta. Hastalarla ilgisi olan kişilerin ya da Paul’un ailesinin de seanslardan bağımlı ya da bağımsız şekillerde hikayelerine değiniliyor.

Ek: Paul’un eşini The Killing ile pek çok kişinin hatırlayacağı Michelle Forbes canlandırmakta. Paul’un eski arkadaşı ve kendi terapisti, dizinin sevdiğim karakterlerinden Gina ise Dianne Wiest‘e emanet. West bu rolüyle Emmy ödülü kazandı. Paul’u oynayan Gabriel Byrne‘ın ise Altın Küre’si var.

1. sezonun hastaları
Laura: Hayatını düzene koyamamış, seks temasıyla takıntılı ve Paul’un uzun süreli hastalarından bir anestezi uzmanı.
Alex: Irak’ta görevliyken kendisine verilen görevi yerine getirmiş ama sonunda masum çocukların ölmesinden etkilenmiş bir pilot. İlk sezonun da en sevdiğim hastası.
Sophie: İntihar girişiminde bulunan, biraz sorunlu bir genç kız. Yarışmaya hazırlanan bir jimnastikçi.
Amy ve Jake: Aralarında sorunlar olan ve Amy’nin hamileliğinin geleceği konusunda kararsız bir çift.

2. sezonun hastaları
Mia: Erkek seçiminde başarısız, bekar, çocuksuz ve iş kolik. Durumundan Paul’u suçlayan 20 yıl önceki hastası ve başarılı bir avukat.
April: Lenf kanseri teşhisi konulan bir mimarlık öğrencisi. Hastalığını kabul etme ve çevresindekilere anlatmada sorun yaşamakta. 2. sezonun da en sevdiğim hastası.
Oliver: Ailesinin arasındaki sorunlardan ve boşanma kararı vermelerinden kendisini sorumlu tutan bir çocuk.
Walter: CEO olduğu şirketteki büyük karışıklıklar nedeniyle hayatı da karışmış panik atak hastası bir adam.

3. sezonun hastaları
Sunil: Karısını kaybettikten sonra oğlunun yanına, bilmediği bir şehre yerleşmiş ve yeni hayatına alışamamanın depresyonu içinde.
Frances: Başarılı kariyerli ama replik unutmaya başlamış bir aktris. Kanserli kız kardeşi Paul’un eski hastası. Kızıyla da arası berbat.
Jesse: Kendisini evlatlık alan aileyle yaşayan sorunlu bir liseli. Eşcinsel. Öz ailesi ve ilişkilerinden gelme inişli çıkışlı bir hayatı var. 3. sezonun ve dizinin en sevdiğim hastası.

Not: Dizinin yayın hakları D-Smart bünyesindeki Dizi Smart kanalına ait. Hatta bu tanıtımın yayına girdiği sıralarda hala kanalın yayın akışında bulunuyor. Ayrıca, dizinin bütün bölümlerinin altyazısı da mevcut.

In Treatment’ın tarzı gereği tek mekanlı ve karşılıklı konuşmalardan oluşması, onu sıkıcı yapmayan, hatta daha fazla sevdiren özellikleri. Zira muayenehanedeki ortam bir süre sonra izleyeni öyle bir sarıyor ki, zaten insan kendi dışarı çıkmak istemiyor. 3. sezon geldiğinde bitmesini nasıl istemediğim de cabası. Tabii bunda Paul Weston karakteri ve onu canlandıran Gabriel Byrne’ın payını da inkar etmemek lazım.

Karakterin hastalarını yönlendirmesi, onlarla kurduğu iletişimler beklendik ve bilindik terapi seanslarından çok daha farklı bir tarzda. Hele dizinin hastaların hikayelerini bitirdiği bölümlerine, bitirişlerine ayrı bayılıyor insan. Ama şunu da söyleyeyim, diziyi değerlendirmek için ilk bölüme göre değil, ilk 5 bölüme bakılması gerektiğini düşünüyorum. Yani ilk hasta döngüsünün bitişine kadar… Sonrası çabuk geçiyor zaten. Velhasıl, hiç alttan falan almayacağım, boş bulduğunuz bir vakit oturun izleyin şu diziyi. İyi seyirler.
Kaynak: Birdizihaber.com - Yazı bana ait!

Devamını oku ...

4 Nisan 2013 Perşembe

Tanıtım: Pretty Little Liars

Amerika’nın ABC Family kanalı, bir aralar çok fazla ilgi çekmeyen ve orta düzeyde tanınan diziler yayınlayan bir kanaldı. Ama 2010 yılında karşımıza Pretty Little Liars‘ı getirdiğinde yeniden parladı ve diğer dizileri de insanların en azından kadrajına giren bir kanal haline geldi. Bir süredir oyunculuk yapsa da oynadığı bir filmle bir anda popüler olan oyuncudan hallice yani… Ben de 3 sezondur hala bayıla bayıla izlediğim bu diziyle ilgili bir şeyler yazayım dedim. Nasıl bir dizidir bu Pretty Little Liars (PLL)?

PLL bir gençlik dizisi ve aslında kitap uyarlaması. Sara Shepard adlı yazarın 2006 yılında yazmaya başladığı serinin ilk kitabının adı, diziye ad verilirken de bu kullanılmış. Dizi yayına girdiğinde basılmış 8 tane kitap vardı, şimdiye 12′ledi. Aralık 2013′te 14. kitap yayına girdiğinde de yazar hikayeyi nihayete erdirecek-miş, sonunda.
Kitapları bilinçli olarak okumayan biri olarak bunu söyledim, diziyi izleyip de bu yazıyı okuyan varsa ne demek istediğimi iyi anlamıştır. İzlerseniz siz de çok geçmeden anlarsınız. Zira kendisi aynı zamanda, spoiler yemekten kaçınmak bakımından benim için Game of Thrones ile eş değer bir dizidir.

Not: Dizi, ülkemizde TV2‘de dublajlı olarak yayınlanıyor. Onun dışında Fox Life kanalı da altyazılı olarak yayınlıyor.

En iyisi girişi daha fazla dağıtmadan dizinin konusuna gireyim:
Birbirleriyle çok yakın arkadaş, ayrılmaz 5 kız… Bu arkadaş grubu bir gece kız-kıza pijama partisi düzenliyorlar. Sonra sabah olduğunda uyanıp da bakıyorlar ki sürüden biri, Alison ortada yok. Rosewood kasabasının altı üstüne getirilse de kız bir türlü bulunamıyor ve herkes de bir süre sonra öldüğüne hükmediyor. Bu olayın üstüne de aradan geçiyor tam 1 yıl…

Tabii o zamandan bu zamana kadar ortada bir arkadaş grubu falan kalmamış, kızlar çözülerek dağılmış. Hatta dizi, kızlardan birinin olaydan sonra kasabadan uzaklaşıp da 1 yıl sonra geri dönmesiyle başlıyor. Pardon, onunla değil. Alison’ın cesedinin bulunması ile…
4 kız da ayrı ayrı, bu olay olmadan çok kısa bir süre önce sonunda “A” yazan anonim mesajlar almaya başlıyorlar. O an yaşadıkları üzerine ama içinde sadece Alison’ın bildiği türden sırları da içeren mesajlar. Üstelik cenaze ile bu olayın devamlılığının olduğu ortaya çıkıyor, ki asıl karmaşa da o zaman başlıyor. “Alison’ı kim öldürdü?“, “Sadece Alison’ın bildiği sırları kim bilebilir?” ve “Kim bizle uğraşıyor/ne istiyor?“‘dan, “Yoksa Alison mu yaşıyor?” a kadar giden sorularla başlıyoruz ve bir girdaba kapılıyoruz. Çıkabilene de aşk olsun…

Dizi bu 4 kız ve çevresindekilerin çığrından çıkıp da karışan hayatlarını bizlere sunuyor ve Alison’a ne olduğu yolunda olanları izliyoruz. Konu genel anlamda bu şekilde. Ama böylesi bir dizinin tanıtımı için ana 5 karakterden de biraz bahsetmek lazım:

Aria: Olanlardan sonra uzaklaşıp da kasabaya 1 yıl sonra geri dönen kız. Aria geldikten kısa süre sonra adı Ezra olan, kendinden biraz büyük bir erkekle tanışıyor. Bir sonraki gün, yani okulun ilk gününde okula gittiğinde ne görsün? Ezra okulun yeni edebiyat öğretmeni olmuş. Aria’nın A’den aldığı anonim mesajlar da bu olayla bağlantılı şekilde başlıyor. Ayrıca, zamanında Alison yanındayken babasını başka kadınla yakalamasından gelme bir aile draması var. Sorunlu erkek kardeş de yanında bedava.

Hanna: Alison ortalıklardayken şişman ve kendine güveni eksik, biraz da ezik biriyken zaman içinde kendini yenilemiş ve okulun popüler kızı haline gelmiş. Bir gün girdiği dükkandan gözlük yürüttükten sonra yakalanınca olayın büyümemesi için annesi , olayla ilgilenen polisi “ayartmak” zorunda kalıyor. Hanna da buna şahit oluyor. Onun almaya başladığı mesajlar da bundan sonra başlamakta. Tabii, bu polisin aynı zamanda Alison’ın davasında çalışması işleri daha da karıştırmakta.

Spencer: Grubun en akıllı ve çalışkanı, benim de en sevdiğim karakter. Yıllarca ablasının gölgesinde kalmış ve kendisini kanıtlamaya çalışmış. 1 yıl sonraki zamanda ablası Melissa, evlenmek istediği Wren’i Rosewood’a getirdiğinde, onunla engelleyemediği bir yakınlaşması oluyor. Ama tam da bu vakit Melissa’ya yakalanınca, onun “A” mesajları da gelmeye başlıyor. Üstelik bunun Spencer’ın ilk vakası olmamasından mütevellit gelen ayrı bir gerilim de var. Ayrıca, grupta Alison ile ilgili en çok şey bilen kişi.

Emily: Kızlar içinde muhtemelen en iyi ve biraz da saf olan. Emily annesinin ısrarıyla Alison’ın evine yeni taşınan Maya ile tanışıyor ve ikili kısa zaman içinde yakınlaşıyorlar. Yetmiyor, bir fotoğraf kabininde öpüşüyorlar. Ama fotoğraf ortadan yok olup, sonrasında Emily’nin kitabının içinde çıkıveriyor. Emily’nin hayatının karışması ve “A” mesajları da bu döneme denk gelmekte. Ayrıca okulun yüzme takımının da bir parçası.

Alison: Pijama partisinin gecesinde sırra kadem basmadan önce kızlar grubunun lideri konumundayken pat diye ortadan yok olması geri dönülemez şeyler yaratıyor. Sonrasında kızlara gelen “A” kod adlı mesajlar ise 4′lünün Alison’ı ne kadar tanıdıklarını, hatta yaşadığını bile sorgulamalarına neden oluyor. Haliyle sevmeyeni ve sırları çok biri. Dizide de ilmek ilmek Alison’ı, çevresindekilere yaptıklarını ve son gecede olanları öğreniyoruz. Ayrıca, Spencer’dan sonra en sevdiğim de karakter.

Ek: Dizide aynı dönemde okuyan yakın arkadaşlardan Spencer’ı canlandıran Troian Bellisario bu tanıtım yazıldığında 27, Alison’ı canlandıran Sasha Pieterse da 17 yaşında.
Pretty Little Liars, böylesi bir konuya ve ergen dizisi etiketine göre insanın beklediğinin de fazlasını veren bir yapım. No-name isimlerle kurulan kadrodaki oyunculuklar ilk başlarda amatörce gelse de 3. sezon dolaylarında normali geçtim döktüren isimler bile var.

A kim?” sorusu bile insana bölümler boyu yetip de artacak bir kurguya sahipken, dizinin insanın kafasını kurcalayıp da olaylar üzerine teori kurmasına kadar neden olan sorular sordurtması, kendisini sevdirtebiliyor ve bölümler boyu izletebiliyor. Velhasıl, eğer gençlik dizilerinden hala bıkmadıysanız ve bu konu sizi bir yerinden olsa da çektiyse oturun da bir deneyin işte şu diziyi. İyi seyirler.

#Dizinin sloganı: “İki kişi bir sırrı saklayabilir, ama biri ölüyse.”

#Tavsiye: PLL’yi seven ya da ilgisini çeken bunu da sevebilir: The Lying Game – Tanıtım . Aynı kitap yazarından, aynı kanaldan ve aynı yazardan.
Kaynak: Birdizihaber.com - Yazı bana ait!

Devamını oku ...

3 Nisan 2013 Çarşamba

Tanıtım: Agatha Christie’s Poirot

Agatha Christie's Poirot Tanıtım
Agatha Christie gibi bir polisiye romanlar kraliçesini tanıtmama gerek yoktur herhalde. İşte, kitapları birçok dile çevrilen, dünyada milyonlarca kitabı satan bu eşsiz yazarın kitapları ve kısa hikayelerindeki ünlü dedektif Hercule Poirot‘nun maceraları 1989 yılında, yani yazarın  ölümünden 13 yıl sonra, dizi olarak karşımıza çıkmaya başladı. İngiltere’nin önemli kanallarından ITV‘de yayınlanan Agatha Christie’s Poirot nasıl bir şey derseniz buyurun yazının devamına.
Amerika’da PBS‘te yayınlandığı ismiyle Poirot, 23 yıldır yayınlanan bir dizi. Ama, 5. sezondan itibaren, ITV’nin sezonların arasına zaman zaman 2 yıl koyması nedeniyle 12 sezonu ve 65 bölümü var. Bu bölümlerin yarısı da ilk 4 sezon içinde yayınlanmıştır.
Kanal, kalan sezonlarda bölüm sayısını azaltıp genel olarak bölüm sürelerini uzatma yolunu gitti. Bu nedenle, şu zamana kadar yayınlanmış bölümlerin yarısı yaklaşık 90 dakika civarındadır. Poirot, -çekimi 2012 içerisinde yapılacak ve yayınlanmasıyla birlikte 2013 yılı içinde bitecek- 13. sezonuyla final yapacak.
Ufak not: a) Ülkemizde en son 2001 yılında Hercule Poirot İz Üzerinde adıyla basılmışlığı bulunan kısa hikayelerden oluşan kitaptaki “Lemesurier Mirası” adlı hikayenin dizide yer almamasına karar verilmiştir. Tahminimce, hikayedeki olayın zaman atlamasıyla 2-2,5 yılda bitmesinin bir bölümde ele alındığı takdirde, diğer bölümlerle yaşayacağı mantık çakışmasını önlemek için…
Poirot ve Müfettiş Japp
Poirot ve Müfettiş Japp
b) 12. sezon itibarıyla çekilmemiş 6 tane Poirot hikayesi vardı. Son sezonun 6 bölümlük olması beklenirken 5 bölüm olacağı açıklandı. Agatha Christie’nin 1930 yılında tiyatro eseri olarak yazdığı, sonrasında kitaba dönüştürülmüşlüğü de bulunan Black Coffee (Acı Kahve) eseri de dizi bölümüne dönüştürülmeyecek.
c) Yazarın 6 Poirot kısa hikayesi de dizinin çeşitli bölümlerinin içine yedirilerek izleyiciyeaktarılmıştır.
Poirot - Nil'de Ölüm
Poirot – Nil’de Ölüm
Giriş kısmını bitirip konudan ve kadrodan bahsedecek olursak:
Hercule Poirot (“Herkül Puaro” şeklinde okunur), -tanıştığı insanlar özellikle Fransız ya da diğer milletlere mensup zannetse de- Belçikalı ve polislikten emekli olup özel dedektiflik işine giren birisi. Orta yaşı biraz geçmişliği olan ve hiç evlenmeyen Poirot, yumurtaya benzeyen kafaya, kendisinin tabiriyle sürekli çalışan ve olayları çözmesine yarayan “gri beyin hücreleri” ile vazgeçemediği, görenin mutlaka dikkatini çekecek türden bir bıyığa sahip.
Bunun dışında, genellikle meşhur insanların olaylarına bakıyor ve alanında yeterince ünlü olmuş saygı gören bir kimliği var. Yazarın, “kendini beğenmiş, aşırı titiz ama çok zeki” olarak tanımladığı Hercule Poirot, ünlü oyuncu David Suchet tarafından canlandırılıyor.
Arthur Hastings ve Hercule Poirot
Arthur Hastings ve Hercule Poirot
Kitaplardan da bildiğimiz gibi, dizide Poirot’nun araştırdığı davalar işlense de Poirot tabii ki bu davalarda her zaman yalnız olmuyor. Sherlock Holmes’un Dr. Watson’ı misali, zaman zaman yanında olan yakın arkadaşı Arthur Hastings (Hugh Fraser), davalarında Poirot’nun fikirlerine başvurup duran, ondan yardım isteyen Müfettiş Japp (Philip Jackson) ve Poirot’nun en az onun kadar mükemmelliyetçi sekreteri Miss Felicity Lemon da (Pauline Moran) dizide birçok bölümde karşımıza çıkan ana karakterlerden.
Onların dışında, yıllardır Poirot’nun uşaklığını yapan, dedektifin yerinin doldurulması zor olan biri olarak tanıttığı George (David Yelland) ve Agatha Christie’nin kendisi gibi kitapları ilgi gören bir cinayet romanları yazarı olarak tanıttığı Ariadne Oliver (Zoë Wanamaker) karakterleri de bazı bölümlerde yer almaktalar.
Ariadne Oliver ve Hercule Poirot
Ariadne Oliver ve Hercule Poirot
Agatha Christie’s Poirot, kitap uyarlamalarının ve oyunculukların dizinin çekildiği dönemlere ve günümüze göre başarılı, izleyeni tatmin edecek türden olduğunu düşündüğüm bir dizi. Benim de içinde olduğum birçok insanın değerlendirmesine göre, bu zamana kadar Poirot’yu canlandıranlar içinde David Suchet’nin performansı, yazarın kitapta yarattığı karaktere en yakın olanı ve en başarılısı. Ayrıca bana göre, dizinin 90 dakikaya varan bölümlerinin olması da bir dezavantaj değil, aksine yazarın kitaplarını sevenler için keyif verici bir avantaj. Sonuçta dizi, yazarın kitaplarını ve Hercule Poirot’yu seven herkes için (aslında sevmese bile olur) itinayla tavsiye edilir.


Tanıtım: 22dakika.org - Yazı bana ait!
Devamını oku ...