1 Ocak 2014 Çarşamba

Saklı Kalan 1. Bölüm: Aşk Dipten Gitmektir


Zamanında eksik bıraktığın her şeyi yerine koyabileceğini düşünüyorsun değil mi? Bazı şeyler gider ve bir daha da hiç gelmez.
“Aşk Dipten Gitmektir” şeklindeki sloganıyla karşımıza gelen Saklı Kalan’ın ilk bölümünü reklam vermez bir şekilde izleyerek geride bırakıverdik. (Bitmeye beş saniye kala verdikleri o uzun reklamı saymıyorum ben. Dizinin devamının gelmeyeceği belliydi zaten.)

Öncelikle jenerikten bahsedeyim: Güzeldi ama kırmızıya ton yapayım derken ayarını kaçırmışlar. Bazı oyuncuların suratı arada kaynadı resmen. Ama bulmuşken bunamayalım desek daha doğru da olabilir. Yönetmen Mehmet Ada Öztekin’i de tebrik etmek lazım, bu işin ilk bölüm itibarıyla en doğru tarafı kendisi olmuş gibi duruyor. Dizinin senaryosu sanki vasat gibiydi ama ileride nasıl açıldığını görmeden şimdiden bir şey söylememek daha doğru olur.

Saklı Kalan’ın girişindeki bir nokta gözüme çok takıldı: Ben Gülce olsam Defne’nin “Adamın evli olmadığını bilmiyordum! Sordum ama söylemedi.” lafına inanmazdım. İnternet de mi kullanmıyorsun kızım sen? Tek gecelik de değil ki sizin durumunuz, Cevher Holding gibi bir holdingin patronunun evli olmadığını nasıl anlamazsın? Ama Gülce yemiş işte, çünkü Murat yemekte “Sana evli olduğumu söylemiştim,” deyince dondu kaldı.

Yetmedi bir de kardeşinin hayatta olduğuna inanıyor. Hadi ilki neyse de bu ikinciyi yapmasalar daha iyi olurmuş.

Murat Cevher’in de sevgilisinin ikiz bir kardeşi olduğundan haberi yok herhalde. Hiç mi bu tarz şeyleri konuşmamışlardır sizce, yoksa ben mi eski kafalıyım? Zaten Gülce kardeşini bulmak için kayıp ilanı verdi ki dosyayı yeniden açtırmaktan bahsettiler. “Seni aradım,” diyen öyle bir iş adamının bundan da haberi olmamış yani? Peki, oldu o zaman…

Tabii başından girince dizinin ortasında/sonunda olan bir şeylerden bahsetmiş oldum ama insan dayanamıyor işte. Karısına “Süreyya Hanım” diye hitap eden Murat Cevher karakterini canlandıran Muhammet Uzuner’in oyunculuğu genel anlamda güzeldi. Çok batmadı. Ama kendisinden daha çok kardeşini beğenmiş olabilirim. Her diziye lazım türden bir sorunlu çıkarmış ortaya Burak Sergen.


Ablacım vıyaklıyor musun, vakvaklıyor musun, konuşuyor musun ben anlamadım ki.

Yine de o karakterinin bir ayda bir oteli nasıl batırdığını da merak ettirdi kendisi. Dizinin garipsediğim, daha doğrusu hoş bulduğum bir başka noktasıysa “Bundan onun haberi olmasın,” başlıklı ne halt yedilerse üç sahneye kalmadan ortaya çıktı. Böyle böyle üç bölüme kalmaz Murat Cevher de Defne’nin Gülce olduğunu anlar mı sizce? Çok şey istediğimin farkındayım ama bir şey daha isteyeceğim: Defne’nin intikam planı Onur’dan geçmesin. Türk dizilerinin de belli bir klişe kapasitesi var. Lütfen…

Gelelim Melis Birkan’a. Gülce karakterini Defne’den daha olmuş buldum. O Defne’deki ses tonu neydi öyle ya? Tamam, ikiz kardeş olarak zıt bir şeyler çıksın istemişler de bari o ses tonu olayını öyle yapmasalarmış. Bildiğin kulağımı tırmaladı, dikkatimi dağıttı: “Kapısına dayanacağım onun! Gazetelere gideceğim, rezil edeceğim!” – Kulaklarımda çınlıyor şu an.

Peki hiç mi güzel bir şey yok? Tabii ki var. Mesela Sitare Hanım.

Otoriterliğin dozunu tutturmuş, rolüne de (tabii ki) olmuş. Biraz yavaş konuşuyor ve peruğu insanın gözünü tırmalıyor ama artık o kadarına takılmamak lazım. Greenpeace tarzı sorunlu kız karakter ile evin kızına aşık erkek çalışan klişesini saymazsak Ömer (Burak Sağyaşar) ve Ece (Ceyda Olguner) uyumu da güzel olmuş. Özgür Çevik bu ikisinden daha çok olmuş. Neslihan Yeldan konusunda profesyonel olamam aslında da kadını normalde de beğendim. Bir Defne kadar gözüme batmadı o.

Ama yine de senaryonun geneline bu hepsini harmanladığımızda insanı kendisine kaptırıp götürmüyor. Şimdilik “İlk bölümün günahı olmaz, bir ikinciye de bakmak lazım…” diyorum ve yazıyı kapıyorum.
Devamını oku ...

The Vampire Diaries 5x06: Sevdiğin iki insandan biri


“Elena buna cesaret edebilir miydi sizce?”
The Vampire Diaries’in geçtiğimiz bölümünü Katherine’in Silas’a yem niyetine sunulması ama buna rağmen dört ayak üstüne düşerek kurtulması üzerine bırakmıştık. Bu bölümün tempo olarak bir önceki kadar iyi olmadığını düşünmüyorum ama malum ana hikaye üstünden stabil şekilde vasata da düşmeden götürmesini bilmelerini takdir ettim. Gelelim değerlendirmesine:


“İki arada bir derede…”

Geçen yazıda dediğim gibi ben Katherine konusuna sevinenlerden biriyim. Ama daha bölümün dakikasını doldurmadan insanın kursağında bırakıverdiler. Kadın gözümüzün önünde içten içe çürümeye başladı. Beyaz saçtan girip düşmüş dişle devam ediverdik. Katherine’i bu şekilde ortadan kaldıracaklarsa başta niye geri getirdiniz diye sorgularım, bir de çemkiririm ama buna gerek kalmaz herhalde diye düşünüyorum.

Kökenlerden doğan boşluğu doldurmak adına Katherine’in kapladığı varlık da inkâr edilemez sonuçta. Bu aşamada bakalım Dr. Wesfield ile olan işbirliği ne getirecek? Laf ona gelmişken Caroline ve Katherine’in bu bölümdeki iş birliğinden zevk aldığımı da söyleyebilirim. Özellikle de “O kapıdan bir vampir geçemez,” kısmındaki birbirlerine bakışlarından. Elena Bonnie’yi geri döndürme görevindeyken malum gizli toplulukla uğraşmada Caroline ile iş birliği yapmak da ona kaldı.

Mystic Falls’daki konseyin üniversite modeli lazım mıydı diye hala sorguladığım Whitmore Topluluğu ile olan yollarında kolaylar gele artık. Bu arada, bu bölümde görünmeyen ‘vampir’ Jesse’yi unutmuş değilim, kendi deyimiyle erkek arkadaşından temelli ayrılan Caroline için bu konuya değinecekleri zamanı da beklemekteyim.


“Tam 2000 yıl bekledim ben!”

QUETSIYAH VE SILAS
Geçtiğimiz sezon bölümlerinde Damon ve Klaus’un çatlaklıklarıyla/rekabetiyle vs. ile bölümler ilerlerken, bu sezon da bu ikisinin rekabeti sayesinde bir eğlence ve çekim oluyor. “Bu iş fazla uzamaya başlamadı mı?” noktama gelmeme az kaldığını da inkâr etmeyeyim ama ortada bir aptal olmaması ve birbirlerine karşı sınırları zorlamak için ne gerekirse yapmaya kalkmaları da hoş.

Mesela Silas’ın hazırladığı plan dahilinde yeniden cadı olabilmesi. Aynı şekilde Silas’ın Qetsiyah’ı güneş batımına kadar eve hapsetmesi ve dayanak noktasını aramak için kendine zaman yaratması. Qetsiyah’ın ise Stefan’ın beynini kızartmakla Silas’a yaptığı malum. Ama bence bu bölümde olanlarla Qetsiyah az da olsa öne çıktı: 2000 yaşında, ölümsüz ve yok edilemez bir dayanak noktası. Bir eşya değil, bir kişi. Amara!?


“WTF?! Amara!”

Harika bir düşünce olmuş. Ben kısaca “Ohaa!” diyeyim sadece, fazlası içimde kalsın. Kadın zekâsı başka şey işte. Amara’ya kavuşma diye adamın düştüğü duruma bak. Bir de kız bir gün daha yaşamaya katlamam diye Silas’ın kanını içti; insan oldu. Ama bu konuda benim aklıma takılan bir şey var:

Amara hala yaşadığına göre Silas ve ikisi artık kavuşabilirler. En azından biri insan, biri cadı haliyle olsa bile yaşıyor. Bölüm sonundaysa Bonnie’yi geri döndürmek için plan dahilinde Amara’nın güvenliğini korumak gerektiğinden bahsettiler. Bu ikisi yaşıyorlarsa daha plan niye? Silas bu kadar şeyi biri yaşıyor (tam ölemedi bir türlü, malum), biri ölü diye yaptı zaten, bundan sonrası niye? Tabii Qetsiyah’ın varlığı ortalığı yeniden karıştırabilir.


“Şimdi s..tık!”

NINA DOBREV VE AMARA

Bu bölümde Nina Dobrev’i bir kez daha takdir edesim geldi. Elena karakteriyle birlikte Katherine’i de aynı dizide güzel bir uyumla canlandırıyor zaten. Elena’nın bağırarak ağladığı/isyan ettiği (“I can’t!”) sahneler dışında kendisine karşı ayrı bir garezim olmadı hiç. Gerçi pek lazım değil toplama baktığımızda. Katherine zaten malum artık. Bir de Amara, üstelik sadece görüntü dışı diyaloglarla birlikte eklendi.

Üstesinden gelebileceğini de gösterdi herkese. Bu kadar karakter girerken az şey de çekmiyor. İleride bir gün bu dizi bittiğinde başka dizilerde de izlemek istediğim bir oyuncu kendisi. Bu noktada bir adet dizi tavsiyesinde de bulunayım:

Bilim kurguya biraz ilginiz varsa drama dizisi Orphan Black’i bir deneyin. Klonlama üzerine ve başrol Tatiana Maslany birden fazla karakteri A+ şekilde canlandırıyor. O da yayınlanmış ilk sezondaki oyunculuğuyla ödül almış durumda. Dizi de gayet güzel bir dizi. İkinci sezon onayını aldı.


“Görsel ikizler daima birbirini bulur!”

DAMON/ELENA/STEPHEN

Bunu biraz bilerek sona bırakmış durumdayım. Çünkü bu bölümün sonunu da beğenmiş durumdayım. Yani, artık olsun dediğim türden bir şey oldu en azından. Hafızası yerinde olmayan ama Elena’nın da deyimiyle anıları olmasa bile hala kendisi gibi olan Stefan’ın yeni versiyonuyla bile birbirinden kopamıyor bunlar.

İşte sırf böylesi bir durum dolayısıyla Qetsiyah’ı anladığım zamanlar oluyor. Damon zaten başlı başına ayrı bir şey. O da bu görsel ikiz laneti olayının üstüne bir vakit patlayacak ya hadi hayırlısı. Ondan öncesinde Qetsiyah yine kendince yine güzel bir kurguyla ağzını açarak…

“Bir kutuda kilitli kalıp gölün içine atılmıştın. Bağırmaya, kaçmaya çalıştın; ama tek yapabildiğin tekrar tekrar boğulmaktı. Aklını kaçırmanı engelleyen tek şey, bir gün sevdiğin iki insandan birinin seni kurtarmaya geleceği düşüncesiydi. Ama gelmediler. Ben geldim. Bunu asla unutma.”


“Geri gelmiş aklını bu sefer iyi kullan, lütfen!”

…dedi ve Stephen’ın hafızasını geri getirdi. Böyle daha iyi de oldu. En azından üçgene geri döneceksek bile böyle dönelim, insanın içinde kalıyor yoksa.

Bakalım bundan sonrasında neler olacak? Stephen Elena ve Damon’a tavır alıp, nefret ederek bu intikam senaryosunda başka bir rol mü oynayacak, yoksa hepten başa mı döneceğiz? The Vampire Diaries bu, her şey olabilir sonuçta. Her şeyden bir tutam bile olabilir yani…
Devamını oku ...

The Vampire Diaries: Beni ondan nefret ettiğinden daha çok sev

"Afiyet olsun da insan içinde olmasın.”

Geçtiğimiz yazıda The Vampire Diaries’in beşinci sezonundaki ilk üç bölümünden bahsetmiştim. Bu devam yazısı da sezonu yakalamak adına dördüncü ve beşinci bölümü ve tabii ki yanında spoilerı da içerecek. Başlayalım bakalım:

STEFAN/SILAS
Üçüncü bölümün sonunda beyni kızaran Stefan bütün hafızayı sıfırlayınca bir şeyler hatırlatma projesi çerçevesinde bir giriş yapıverdiler. Hatta bu uğurda Damon kendisinin eğlenceli, Stefan’ın da temkinli kardeş olduğunu göstermek için kullandıkları güzelim arabayı parçaladı manyak. Sonunda da pek işe yaramadı tabii ki. Çünkü Elena ile bir zaman sevgili olduklarını “Hafızamı kaybetmiş olabilirim ama aptal değilim,” şeklinde anladığını belirten Stefan, kardeşiyle birlikte olduğunu anlayamadı. Sonra da kısa süreli kendini kaybetti.

Bence böylesi daha da iyi oldu. Çünkü tam “Yine aşık mı oluyorlar kuzum bunlar birbirine?! Olmasınlar,” dediğim noktada film koptu. Elena’nın klişe ”Sorun sen değilsin, benim,” tavrına gülmek bir yana, Stefan-Caroline arasındaki ilerlemiş sürüm dostluktan da hoşlandım. Tyler olacağına bu bile olabilir bence, kabulümdür.
(The Originals bu reytinglerle giderse o dizi iptal olmayacak, Klaus da geri dönmeyecek. Keyfimden demiyorum. Tabii bir de olgunlaşmamış sürüm Jesse konusu var, o ayrı.)

Silas’a gelirsek:

Paul Wesley’in Damon’ın kötü çocuk, kendisinin erdemli çocuk portresi yüzünden biraz geri planda kaldığını düşündüğü, daha doğrusu karşı tarafı da denemek istediği bilinmedik bir gerçek değil. Bence Silas dönemiyle Ripper dönemini daha da geçmiş oldu, böyle daha çekici olmuş galiba bu adam. Karakter de biraz daha şeker.
BOONIE VE CENAZE
Bonnie’nin biraz uzamaya başladığını düşündüğüm ölüm hikâyesini cenaze ile nihayete erdirdiler. Oldum olası ‘bir hayata karşılık bir ölüm’ olayını sevmişimdir zaten. Cenazesiyse bu dizinin cenazeleri içinde en duygusalıydı. Misal. Jeremy’de böyle olmamıştım ben. Bunda Bonnie’nin kendi cenazesinde olmasının etkisi olabilir. Yalnız şu da bir nokta:
Sizi bilmem de bu dizide Elena versiyon bir “I can’t! I can’t!” var ya hani, ben ondan hiç hoşlanmıyorum. Şu Nina Dobrev Katherine ile bu kadar harikayken kederler içindeki Elena’ya bürününce bir tuhaf oluyor. Jeremy’nin ölümü gibi bunda da Matt’e daha fazla üzüldüm mesela.
Tabii dördüncü bölümde girdikleri dramanın mürekkebi daha kurumadan Bonnie’yi diriltmek için Silas’ı da dahil eden yine ölüm-hayat dengesi üzerine kurulu bir plana giriştiler. Görünüş itibarıyla da şimdilik bir halta yaramadı ama bu diziyi siz de izlediğiniz için farkındasınızdır, o iş olur ileride. Jeremy’yi diriltmişken bunun eksik kalacağına dair zerre inancım yok.
CAROLINE VE TYLER
Daha önce ayrılmalarının taraftarıyım dediydim. Kişisel fikrimdir. Cenazeye geri dönmüşken Tyler bunlar ayrılsa ama bu bir şekilde ortalarda dolansa da olur moduna girdiydim. Olacak iş ya, bu oldu ama olduğu kadarıyla da bir acayip oldu. Klaus? Klaus?! Tövbe estağfurullahlarım geldi ziyarete.

Bu ayrılığı işleyişlerinin güzelliğini (“Beni ondan nefret ettiğinden daha çok sev”) falan bile geçiverdim yani o vakit. Tyler’ı The Originals’da görmeden inanmam diyorum. Galiba bu fikirden de hoşlandım. O diziyi izliyor musunuz bilmiyorum; The Vampire Diaries, hatta önemli bir topluluk için daha iyi bir gidişatı var. Taze bir kan olarak iyi olabilir.

BİYOLOJİ PROFESÖRÜ Dr. MAXFIELD
Oda arkadaşı Megan’ın ölümü sonrası ipin ucu biyoloji öğretmenine gidiverdi. Buraya kadar tamam aslında, sonrası karıştı. Adam Bonnie’nin büyü çalıştığı adam gibi manyak çıkıp Jesse’yi vampire çevirdi. Stepfan’ın gazabına uğrayan adam daha fazlasını buldu. Bulmaya buldu da niye?

Dr. Maxfield vampir karşıtı desek öyle gelmedi. Savunucusu desek, niyeyse öylesi de gelmedi. Ama Elena’yı buradan uzaklaş diye uyarmasının altındaki kişileri öğrenmemiz çok uzun sürmez zannediyorum. Gerçi bu dizide eksik olmayan bir şey varsa o da bela. O yüzden ben beşinci bölümde Megan’ın ‘eski’ arkadaşı olarak tanıdığımız Aaron’ın onun oğlu olması kısmına takıldım. Daha doğrusu sevdim. Ortalık karışırsa da en azından güzel bir tonda karışır.
KATHERINE PIERCE
Bunu biraz da bilerek sona sakladım. Anlamışsınızdır niyesini.

Bu dizinin Katherine ile tanıştığınız noktasından beridir bu kadının yaşama isteğini ve tutunmak için elinden geleni yapmasına oldum olası bayılmışımdır. Malum, kökenleri de diğer tarafa sürdükten sonra bu diziye hala bağlı kalmam için en geçerli nedenim de kendisi. (Damon falan demeyin o ayrı, Katherine ayrı) Ve beşinci sezonun beşinci bölümüyle bu bir kez daha perçinlenmiş oldu; çünkü Katherine yine dört ayak üstüne düştü.

Bunun kadar olmasa bile neredeyse bunun gibi güzel olan diğer durum Nadia’nın Nadia Petrova çıkmasıydı. Hafızamın derinliklerinde ve nerede olduğunu bilmediğim bir yerinde kalan Katherine’in kızının bunca zaman sonra çıkması ve unutulmaması zevk vericiydi. Dizinin arkasındaki kişilerin ‘geç olsun güç olmasın mantığı’ ile de olsa böyle şeyleri unutmaması ve izleyiciye sürpriz olarak sunması güzel oluyor zaten. Gerçi beş sezondur diziyi yürütmelerinde bunun payı da bayağı fazla.

Velhasıl, kardeşi The Originals gibi bölüm bölüm gittikçe sınırlarını aşan dizi, bakalım bizi daha nerelere götürecek? Çünkü tahmin edersiniz ortalık daha çoook karışacak.
Devamını oku ...

The Vampire Diaries: Aşk olsun da böyle olmasın

Transparanlar yakışmamış mı?


Beşinci sezonun ilk üç bölümü için bir giriş yazısı:

TV’nin sevilen vampir dizisi The Vampire Diaries, bildiğiniz üzere ‘nihayet’ beşinci sezonuyla geri döndü. Hatta bu yazıyı yazarken üç bölümü geride bile bıraktı. Ben de bu bölümler üzerine bir şeyler karalayayım diyorum. Eğer bunca zamandır diziyi izliyorsanız hakkında konuşurken spoiler vermeden durulamayacağını da biliyorsunuzdur. Dolayısıyla ilk üç bölümü bitirmeden bu yazıya girmemenizi şiddetle tavsiye ederim.

STEFAN VE SILAS
Geçtiğimiz sezonun sonu malumunuz. Silas’ın yüzü dünya üzerindeki milyarlarca kişi içinde çıka çıka Stefan’ın bir benzeri çıktı ve anladık ki görsel ikizlermiş. Katherine-Elena olayından dolayı verdiğim ilk tepki “Hadi len!” olmuştu. Biraz zorlama bir olay geldiydi açıkçası ve Plec Teyze (senarist Julie Plec) niye böyle bir şey yaptı diye az da sorgulamadım. Üçüncü bölüme geldiğimizdeyse resmen aydınlanma yaşamış olduk.
Silas’ın aşık olduğu kız için hizmetçi dediklerinde bir Elena benzeri olacağı bölümün gidişatından anlaşılıyordu diye düşünüyorum. En azından görsel ikizlerin birbirini bulup sürekli aşık olmalarıyla olanı biteni makul bir şekilde topladılar. AMA yine Stephan-Elena kısmına döndü bu iş. Aşk olsun da böyle olmasın… ‘Delena’ diye kısaltılan kavramın fanı-anti fanı falan değilim ama dördüncü sezona geldik be kuzum, şu ikisi az ayrı dursunlar modundayım. Sıra Damon’da.

Stefan’ı kurtaran kızın Qetsiyah olmasıysa eğlenceli bir şaşırtmaca değil miydi sizce? Ayrıca tipi de sevdim. “Pembe dizi izlemek gibiydi sizi izlemek. Ses kontrolü de yoktu,” dedi ya <3 Ama bu kadar güzelliğin sonunda gitti Stefan’ın beynini kızarttı Silas’tan almak isteği intikamını devam ettirebilmek için, adamın hafıza gitti. 3. bölüm itibarıyla da Plec Teyze’ye “Niye be kadın?” diyerek kapatmış oldum olayı. Hayırlı olsun…

KATHERINE PIERCE/KATHERINA PETROVA
Oldum olası Elena’dan daha çok sevdiğim Katherine’e sezon finalinde olan da başka dert. Sen yarım sezon kadar kimde patlayacak bu tedavi diye diye merak ede dur, sonunda belki de vampirlikten en zevk alan kişide patlasın. Ben nasıl olur da olur Elena’ya gider zannediyordum. İnsan Katherine de ne kadar acayip bir deneyim oluyor öyle. Nina Dobrev’in Katherine oyunculuğu harika zaten.

Bunu daha da ilginçleştirense koca bir insan topluluğunu aynı anda kontrol edebilen Silas’ın herkesi Katherine’in peşine takmasıydı. Benim ‘İnsan formunda yaşayan görsel ikiz olduğu için’ adlı teorim de ‘Tedavi kanın, Katherine’ ile bir güzel yerle bir oldu. Ama vay be, güzelmiş bu dedirtti Plec Teyze, eline sağlık.

Umarım Damon ya da Caroline’i insana çevirmez bu kız. Elena umurumda değil, Kökenler ortada yok, Stefan’a da kıyamaz herhalde. Geriye varlığı bir şey ifade eden vampir kalmadı zaten.

CAROLİNE
Elena’dan daha fazla sevdiğim bir başka kişilik Caroline ise henüz tam olarak ağırlık koymuş sayılmaz diziye. Mystic Falls’u merkezlikten çıkarıp üniversiteyi de dahil ettiklerinden ve tam oturtamadıklarından kızı da dahil edemediler. Bir de Tyler problemi yarattılar çok lazımmış gibi. Yetmedi Jesse çıktı üniversiteden. Benim aklım fena halde Klaus’ta kalmışken olanı biteni ekrana baka baka izliyorum şu an. Yine de Tyler’dan biraz sıyrılması gerektiğini düşündüğümden Jesse’yi bile kabul ederim şu anlık. Pek tekin görünmeyen Biyoloji profesörü bile olur ama o biraz fazla gelir. 

Zaten onun işlevi yine şu Bonnie’nin büyü çalıştığı profesörününki gibi bir şey olacak herhalde. Kızlarımıza henüz Bonnie’nin ölümünü bilmedikleri ama çok da uzun süre saklayamayacaklarını düşündüğüm geleceklerinde daha az oda arkadaşı kaybettikleri, daha az başlarını belaya soktukları bir üniversite hayatı diliyorum. Gerçi çok şey dilediğimi de biliyorum ama neyse…

MATT VE REBEKAH
Pilot bölümün açılışındaki Matt ve Rebekah sahneleri son birkaç bölümdür en eğlendiğim sahneler olabilir. Gerçi önceden olacağını bir senarist röportajında okumuştum, güleceğimi bile bile Matt sahnelerine başladım, kendimi tutmak da istedim ama beceremedim. Böyle şeylere önceden şartlanmamak lazım.

Bu ikilinin olmasını isteyen tarafım da gördüğünüz üzere kibar tabirle avucunu yaladı. Gitti kız taaa New Orleans’a ağabeylerinin peşinden. Yakın da sayılmazlar ki… Kaldı yine tek başına. Yetmedi bir de zihnini anlamadığım nedenlerden dolayı ele geçirdiler. Dizide ‘insan’ namına ortalıkta olan tek kişi, sevdiğim de bir karakter olduğu için ölecek diye ödüm kopuyor kaç sezondur. Sakın sakın…

JEREMY VE TYLER
Bir gidemedi, bir ölemedi Tyler. Caroline kısmı başladıktan sonra nasıl bir soğumaysa artık. Daha doğrusu nasıl bir Klaroline isteğiyse ki ergence gelmiyor da değil, ama durum böyle. Ayrıca bu dizi kurt popülasyonuyla arasındaki devrini kapattı bence. Dönmese de olur. Michael Trevino’ya bir gıcığım yok.

Başka gereksiz de Jeremy. Yani şu dizide döndüre döndüre ölümden bunu döndürdüler. Önceki sezonlara göre daha bir gözümüze sokmalarından hoşlandığım aksanı durumu biraz kurtarıyor da yok yani, bunu da sevemedim. Aynı şekilde sevmesem bile cadılık işlerinde baya işe yarayan Bonnie’nin ölümüne neden oldu bir de. Cidden Matt daha iyi.

Sonuç: Ay lav Plec Teyze. Ay Lav Katherine. Ay heyt Tyler. Ay heyt Silas. Akıl sağlığınızın sizde kalması ve görüşmek dileğiyle...
Devamını oku ...

The Blacklist: Sadece Elizabeth Keen


Kuzuların Sessizliği diyoruz, The Following diyoruz. İkisini de seviyorsanız, The Blacklist’i kaçırmayın diyoruz. Hiç olmadı, James Spader’ın şahane oyununu izlersiniz

ABD’nin ulusal kanallarından NBC, bu sezona da insanlığı alıştırdığı üzere yine çok sayıda yeni diziyle girişini yaptı. Hatta bu okuduğunuz yazı yayına girene kadar Ironside ve Welcome to the Family dizilerini iptal bile etti. Ama tabii başında sürekli kara bulutlar da dolaşmıyor bu zat-ı muhteremin. Medyanın daha başlamadan öncedir bayağı ilgi gösterdiği The Blacklist, aldığı yorumlar ve reytinglerin desteğiyle tam sezon onayını alarak 22 bölüme uzadı.

Bu noktadan itibaren lafı daha fazla uzatmadan konuya gireyim. Nasıl bir şey The Blacklist ilk dört bölümü itibariyle? Öncesinde kendisine yabancı olanlar için kısaca bir özetleyeyim diyorum: Eskinin devlete bağlı ajanı Raymond “Red” Reddington, yıllar içinde FBI’ın en aranılan suçlularından biri haline gelmiştir. İşte böylesi bir adam bir gün teslim olmaya karar veriyor, dahası uzun süredir ölü olduğu düşünülen terörist Ranko Zamani’nin yakalanması için işbirliği teklif ediyor. Ama tek bir şartla:

Sadece Elizabeth “Liz” Keen’e konuşursa...

Liz, FBI’dan yeni mezun bir profil uzmanı. İlk işi olarak karşısına Red geliyor ve böyle biri kendisini niye seçmiş zerre fikri yok. Dahası, kısa zaman içinde anlaşılıyor ki Zamani tek değil. Ortada Red’in bilinmeyen nedenlerden dolayı sunmaya gönüllü olduğu bir “Kara Liste” var ve işler herkes için daha da karışacak… İzlediğim bölümler itibariyle şahidim, her Pazartesi bölümler Amerika’da yayınlandıkça işler daha da karışıyor.

İlk yazı ve genel bir değerlendirme hatrına spoiler kullanmamayı tercih edeceğim, beşinci bölüm değerlendirme yazısı için kesinlikle söz vermediğimi, hatta kullanacağımı da şimdiden ekleyeyim. En özetle dizi için şu söylenebilir: Kuzuların Sessizliği+The Following. Bu diziyi izleyip de bu ilkini aklına getirmeyen daha yok zaten, tescilli bir durum yani. Gelelim detayına:

Başroldeki James Spader nasıl bir Raymond karakteri çıkardıysa artık, adamların peşindeyken yaşanan akıl oyunları falan aklıma Hannibal’ı getirdi durdu. Kız da benim beklentilerimi geçti. Genel görünüş bir yana, kazulet gibi ortada da dolanmıyor. Sanırım pilotu beğendiğimi de bu yüzden düşünüyorum. Ancak bu dizinin pilotu insana “Senin 'formüllü' dediğimiz yapın -her bölüme listeden bir kişi- herkese uyacak mı kuzum?” dedirtiyor efendim. Hali hazırda bu diziden tek istediğim Fox ‘un Alcatraz dizisinin bir örneği daha çıkmaması. Arkasından yayınlandığı başarılı yarışma The Voice’un reyting desteği de bir yere kadar sonuçta.

The Following’i de tempo ve pilot açısından dedim. Tanıtım fragmanına bakıp da ilk bölümün nasıl olacağını tahmin etmemek mümkün değildi ki zaten. Orta kısımlar, olay örgüsünün bölüme yayılışı da bu bakımdan o diziyi andırdı. İlk beş dakika ve bitirişi iyi yapıyorlar hep. Oyunculuklar desen bu diziyi insanlara sevdirecek asıl kısmın orası olduğunu düşünüyorum. Sadece ana karakterler de değil, yan rollerin de eli armut toplamıyor. Sizi bilmem de benim - gençlik değil, bildiğimiz ergen dizisi - 90210′daki edebiyat hocası Ryan olarak tanıdığım Ryan Eggold’un bu dizideki hali pek bir inanılmaz olmuş. Daha doğrusu ne olduğunu anlamadım zaten. Tamamıyla taktığı gözlükten dolayı bile olabilir. Ama bir hoş olmuş.

Tabii ben bu kadar şeyi dedim de bu dizi kendisini sevdirme-saydırma-ısındırma gibi türevli işleri dördüncü bölümden sonra yaptırdı bana tam anlamıyla. Dolayısıyla başlamayı düşünüp de pilot itibarıyle pek sevemezseniz hemen yabana atmayın, az daha izleyin. Detaylarıyla ve genel hikaye örgüsüyle yavaş da olsa içine çekebiliyor. Mesela bir benzetme daha yapayım:

Dördüncü bölümün liste adamı “Yahnici” denilen biriydi ve o adamın tarzını izleyip de aklınaDexter gelmeyen birisi bence sadece Dexter izlememiş biri olabilir. Bölüm de öyle bir şeydi ki o dizideki Üçlemeci’yi ve Rita’yı da başka başka şekillerle insana andırdılar. Ayrıca tip olarak da bakarsak akla Walter White geliyor. Nasıl bir birleştirmeyse artık... Umarım yayın hayatının devamında da bu tarz güzel detaylarla süslü bölümler yayınladığı bir gidişatı olur da bir The Following veya Under the Dome gibi güzel bir temelle başlayıp da bozarak giden diziler kervanına katılmaz.

Sonuç: The Blacklist: 7.6/10 (Şimdiki IMDB: 7.9/10)
Devamını oku ...