5 Haziran 2014 Perşembe

Gölgedekiler 4. Bölüm: Can düşmanımın gözleri


Elemtere fiş, kem gözlere şiş.
Geçtiğimiz bölümde nerede kaldığımızın bir öneminin olmadığı dizi Gölgedekiler’le bir Perşembe akşamı daha beraber olmuş olduk. Gerçi geçen bölümle Çarşamba gününde bıraktığımız diziyi bu sefer Perşembe akşamında karşımızda bulduğumuz gerçeği de var, o ayrı. İki hafta kadar önce bir haftalığına diziyi pas geçtiğimizde, yani yayınlayacaklarını söyleyip de yayınlamadıklarında bu akşam izlediğimiz Leyla’nın Gözleri ile Kara Kader adlı iki hikâyeyi yayınlayacaklardı. İlki bugüne kısmet olmuş durumda. Diğeri de söylemesi ayıp madencilikle alakalı bir hikâyeydi. Son olanlardan sonra, değil bir süre sonra, sittin süre sonra bile görmeyiz herhalde.

Not: Hayrına bir de şu bölümleri ‘söylediklerine’ yakın bir dakikada başlatsalar ya? Geçen seferki 15 dakikanın üstüne bu bölüm de 20 dakika rötar yaptılar. Hayır, özeti olan bir dizi olsa zaten Türk milletinin huyu böyle diyeceğim de bunlarda o da yok.

Neyse, bu yazıda da bölüm öncesinde diziye yeterince dokundurduğuma göre ben geleyim geçen bölümüyle Total’de ilk 35’te, AB’de ilk 25’te olmayan dizinin bu bölümüne. (Bu bölümden sonra acaba 13 bölüm anlaşmaları mı var diye düşünmeye başladım. Belki de maliyet kurtarıyordur, çünkü göründüğü kadarıyla çok da pahalı bir iş değil. Zira Saklı Kalan’a üç bölüm katlanan bir kanaldan bahsediyoruz.)

1. Hikaye: Can Düşmanı


1) Ben bir şeyler mi kaçırdım, bir söylesenize: Kardeşi öldürülen Saatçi lakaplı adam öldürmek istediği komiseri öldürmeyi beceremeyince ve adam komalık olunca intikamı için onun yerine geçen komisere sardı. Bu nasıl bir intikam almadır? İnsan başladığı işi bitirir en azından. Git Serdar’ı tam öldür. Aslında git kardeşini öldüreni öldür. Onu becerdiysen zaten bir yerinde duruver.

2) Bu bizim dizilerdeki komiserlerin adı niye Kenan? Yoksa ben kulp arama arayışımda buna mı sardırdım?

3) Kenan Komiser daha üstüne gün geçmeden konuştuğu Saatçi’nin sesini nasıl unuttu? Pardon da nasıl oldu? Adamın karşısında konuştuğu ile telefonda konuştuğu o kadar da farklı değildi ki.

Saatçi: İhbar edene bir şey yok mu?
Polis: Vatandaşlık görevini yaptın.
Ben: Siz beni güldürdünüz, Allah da sizi bildiği gibi yapsın. Amin.

Ha, bir de bir süre Arka Sokaklar’a laf etmemeye karar verdim.

4) “Tuzak. Saatçi. Gitmeyin,” diye diye kendini komalık yatağında yiyip bitiren Serdar Komiser’in iç sesi nedir öyle? Yiyip bitirmelerine gülmedim değil de Kenan’ı uyarırcasına yaptığı konuşma güzeldi sanki. Gerçi kendisine oynanan oyunun aynısı oynanırken bir de neden mayını senaryoya ekstra olarak katmışlar merak etmedim değil. Oyunun sahte olduğunu uyarsa da yeterdi bence. Neyse, bu da olur artık.

Bölümün sözü: Bazen dik gelir para, can kalır arafta. – Yarım uyak var.

Sonuç: Bu vasat olmuş, geçelim biz bunu. Klasik stil biri güzel biri vasat tarzın ikincisi bu hikayeydi. Ama yan kadroyu bu sefer güzel seçmişler ‘nihayet’, bak onu takdir ettim.

2. Hikaye: Leyla’nın Gözleri

- Ben şimdi ölünün gözleriyle görüyorum, değil mi?
- Canlısından alıp sana takacak halimiz yoktu, – deseydi ya doktor.


Levent Sülün’ün canlandırdığı İskender’e göz nakli yapılır ve bir senenin ardından görmeye başlar. Ama daha saniyesi geçmeden açıkça tanımlayamadığı bazı hayaller de görmeye başlar. Geçici olduğu düşünülse de geçmediği anlaşılınca gecenin kör vakti doktorunu arayarak gözleri kimden aldığını öğrenir; düşer yollara. Bulur ölen Leyla’nın annesini.

İlk başta kadına bu nasıl bir anne dediğim doğrudur. Kadın ruh gibi anne rolünü oynuyorsa tamam olmuş da insan her halükarda kapıyı çalana bir “Buyurun, kime gelmiştiniz?” diye sorar. İlk sahne mahmurluğu o şekilde geçtikten sonra içeride toparlanılır gibi oldu, yalan yok ama sonra kadın durumu anlayınca fazla bir heyecan basarak “Kızımın katilini bulmalısın!!!” modunda bu sefer de aşırılığa kaçtık. Hepsini toplayınca ‘evladını kaybetmiş anne’ profili çıkıyor mu o kadarı da lütfen size kalsın.

Ama İskender’in karısındaki mantıksallığı sevdim. Birisi bana İskender’in dediklerini söylese farklı bir tepki vermezdim herhalde. Bir de bu adam yağmur, çamur, saat demeden hareket ediyor. Misal ben bu durumda olsam mümkün değil gecenin köründe o yola çıkmaz, koruya da gitmezdim. Abi gündüzler çuvala mı girdi? Her neyse olması gereken oldu ve adam cinayet mahalline gidince katili gördü –aslında gördüğünü sandı - ve ertesi gün gördük ki katil yakalanmış, beyimiz de gözlerinin ‘borcunu’ ödemiş.

Sonrasındaki teşekkür kısmı da karı-kocanın sabır konuşması da güzeldi de ben başka şeye sardım:

Merak ediyorum: Katili gördüğünü düşünen adam polise gittiğinde bunu nasıl açıkladı da bu iş sonuca erdi? Kim ciddi ciddi dinledi de kasabın çırağını sorguya almaya ikna oldu? Ben polis olsam buna gülerim mesela.

Sonuç: Katilin çırak değil de enişte olduğunu anlamayanınız var mıydı? Peki. Bu bölümün senaryosu öncekinden daha iyiydi. Eniştenin silahla intihar etmesinin üstüne Leyla’nın el sallamasını tenzih ediyorum. Çırağın Leyla’nın peşini bırakıp da eniştenin öldürmesine kadarki arada kalanlara hiç girmeyelim isterseniz. O neydi be?

Böyle yani… Bilmem sonunu beklediniz mi ama gelecek bölüm yine Çarşamba 22:45’teymiş. Bu nasıl bir planlamadır anladıysam taş olayım. Ama bunlar böyle saçmalamaya devam ederlerse kendimi azat edeceğim onu biliyorum. Hayırlısı…
Devamını oku ...

Gölgedekiler 3. Bölüm. Aldatmayı da hissetmeyi de biz biliriz


Arzu Yanardağ’a sarı yakışmış.
Show TV’nin evlere şenlik bir yayın politikasıyla karşımıza getirdiği bir Gölgedekiler bölümünden daha merhaba. Perşembe günlerindeki performanstan kanal memnun kalmamış olacak ki bölüm bu sefer Çarşamba gününden karşımıza dikilmiş durumda. Ulusal yas gibisinden bir günde bu bölümün ne işi vardı, şart mıydı bunu yayınlamak, bilmiyorum. Geçen bölümde de az biraz açtıydım bunun detayını, daha fazlasına girmeyeyim aslında. Ama şunu diyeyim:

Geçen bölümü yazmak için bölümü kanalın sitesinden izledim ve bölümün sonunda gelecek hafta için Leyla’nın Gözleri ve Can Düşmanı hikâyelerinin olduğunu gördüm. Bu hafta ise karşımızaKâbus ve İkiz Kalbi çıktı. Levent Sülün’ün de oynadığı Leyla’nın Gözleri hikâyesini erteledikleri veŞüphe/Karanlık Sırlar ikilisinin yayınladığı haftada yayınlayacaklardı zaten, o iş o zaman yatmışken şaka gibi ikinci kez yattı herhalde. Yine ne haltlar döndü bilmiyorum ama 22:45’te başlatacağız dedikleri ve 22:59’da başlayan bölüme gireyim ben, yoksa bitmeyecek bu yazı.


1. Hikaye: Kabus


Aşk-ı Memnu’nun iki kadın bir erkek versiyonu: Kâbus

İlk hikâyemiz bir aldatma üzerine temelinde kabus olan bir taneydi. Daha önce hiç dedim mi bilmiyorum ama ben ortada fettan kadın olduğunda aldatma hikâyelerine bayılırım. Sonuçta birçok kişide olduğu gibi bende de Aşk-ı Memnu’nun yeri ayrıdır. Ondan dolayı bu bölümü beğeniverdim. Bir de dizinin dandik olan ilk bölüm-daha kaliteli ikinci bölüm tarzı üzerinde oynama yapıp yer değiştirdiler sanırım.

Ruh hastalığı olan bir kadın. Onun eşi ve 20 yıllık arkadaşı. Bu ikisi insanın hoşuna giden tarzda yasak bir ilişki yaşıyorlar. İşte bunların bir de bahçıvanları var. Dıştan bakınca psikolojisi bozuk kadının hoşlanmadığı kadar var bir tip işte. Kadın da bu durumdan etkilenip adam oradayken rüyalarında kocasının bir bahçıvan makası ile öldürüldüğünü görüp duruyor. O yüzden de adamdan daha çok korkmuş durumda. Ne kadar ilaçlarını alsa da durum hiç iyi gitmeyip kadın daha da rahatsızlanıyor. Üstelik bu arada korktuğu bahçıvan yüzünden işi bir adım ileri götürüp trafik kazası bile geçiriyor.

Bunun sonrası da “Her işte bir hayır vardır,” meselesi. Kadın aynı kâbusu bir kere daha gördüğünde bu sefer arkadaşı Rana’nın da katili gördüğünü farkederek bir heyecan kızı bulmaya giderken kocası ile arkadaşı Rana’yı samimi bir şekilde bulup boynuzlandığını anlıyor. Bunun üstüne karışan olaylarda ne olsa beğenirsiniz? Kadının rüyası gördüğü şekliyle gerçekleşti ve anladık ki katil kadının kendisiymiş. Kocasını gebertiverdi, sevenler de kavuşamadı. Kalbim kırıldı desem yeri.

Sonuç: Katilin kadın olduğu tahmin edilmeyecek gibi değildi ama bence hikâye gayet iyiydi. Bahçıvanın daha önemli bir anlamı olacağını sansam da olmadı, orası sanki biraz havada kaldı gibi ama oyunculuklarla toparladılar hikâyeyi. Arzu Yanardağ’a kötü rollerin yakıştığı bir gerçek.


2. Hikaye: İkiz Kalbi

Hissediyorum ya ben, bıraksanıza işte.

Geldik daha dandik olan hikâyeye. Diğerinden sonra daha düşük bulacağımı düşündüğümden mi oldu, yoksa sahiden mi böyleydi bilmiyorum ama öncekine göre vasattı işte.

Bölümün isminin de fikir verdiği üzere karşımızda bir ikizimiz var. Vahim Van Depremi’nin hemen ardındayız. İkizlerden birisi hapisteyken diğeriyse göçük altında kalmış. Aramışlar taramışlar cesedi bile bulamamışlar. Ama bizimki ikiz olmanın verdiği yetkiye dayanarak kardeşinin yaşadığını hissedince ortalığı birbirine kattı. Tutturdu çıkacağım ve kardeşimi kurtaracağım, çünkü kurtaracak başkası yok diye. Bulunduğu yer, yani hapishane Dingo’nun ahırı olmadığından dolayı haliyle bu iş kolay bir şekilde yattı. Zaten hangi göçükte kaldığını bile bilmiyormuş. Peki, hapishaneden acil çıkması gereken ama çıkamayan kişi ne yapar? Kaçar, bu da kaçtı zaten.

İlk önce otostopla, ardından da terminalden otobüsle başladı Erzurum’dan Van’a yolculuk etmeye. Orada bir “Senin otobüse binmeye paran var mıydı?” diye bir soru kafama takıldı ama mahkûmlar çalışmalarının karşılığında bir miktar bir şeyler kazanıyorlar, o şekilde halletmiş olabilir diyerek kendimi geçiştirdim. Otobüs yolculuğundaki arama kısmı bu bölümün sevdiğim kısmıydı. Daha doğrusu yaşlı teyzenin yanındakinden kıllanıp giderayak soru sormasını sevdim. Normalde jandarma bir şey anlamaz denir kesilir çünkü bu iş.

Bunun üstüne benim içimden “E gidiyor bu, bölümün bitmesine daha var, bulacak mı şimdi?” diye geçerkenııkk bölümün sonuna hikâyenin sonunu denk getirmek için mahkûmumuzu jandarmaya otobüsten indirince yakalattılar. O anda da “Yoksa kardeşi öldürecekler de yapılmazı mı yapacaklar?” diye bir soru sordum kendime. Üç saniye içinde de saçmalama ile kendimi susturdum. Mahkûmu Erzurum’a doğru götürürken yine ikiz olmanın getirdiği yetkiye dayanarak mahkûmumuz kardeşinin göçükte kaldığı yeri gördü.

Yalvar yakar jandarmaları da ikna edince gitti kardeşini eski evlerinde kurtardı ve herkes muradına ermiş oldu. Ben o sırada da “Acaba dönüşte kaç yıl ceza eklemesi durumu yaşayacaksın?” diye geçirdim aklımdan ama artık o kadarını da biz değil mahkûmumuz düşünsün.

Bölümü Diyaloğu: Her hissettim diyeni buradan gönderirsem, cezaevinde adam kalmaz.

Bu bölüm de böyle yani. Eğer vazcaymazlarsa haftaya Çrş. yine yeni bölüm var. Gerçi Show’un yarın ve Cuma günkü yayın akışında da dizi şu dakika yer alıyor ama sanırım tekrardır. En iyisi ben görüşmek üzere diyeyim ve çekileyim.
Devamını oku ...

The Vampire Diaries 5x17: Kurtuluş Savaşı talep ediyorum


Geç bulduk ve çabuk kaybettik, çok da tatlı birisiydi. RIP Tom Avery.
The Vampire Diaries’i 16. bölümünün sonunda, yani Katherine’in temelli gidişinin ardında çok da kasıntı olmayan bir noktada bırakmıştık: Augustine+ sorununu aşmaya yardım etmek karşılığında Stefan’dan zorunlu yardım talep eden Gezginler yeniden ortaya çıkmışlardı; sonra anladık ki Stefan’ın da bir ikizi varmış ve Gezginler dünyada sadece bir görsel ikiz kalmasını istiyorlarmış. Caroline ve Enzo bunun üstüne Suikast Timi olup diğer ikizin peşine düşmüşlerdi. Bölümün değerlendirmesine de buradan gireyim diyorum:

Bizim ikili Suikast Timi Atlanta’ya kadar gidip ikizin peşine düşmeye düştüler de ‘tabii ki’ bu dizideki çoğu şey kolay olmadığı gibi bu da olmadı ve anladık ki adam dört aydır ortalıkta bile yokmuş. Bu nedenle de beyin kızartma seansı ikiye başvurmak zorunda kaldılar. En nihayetinde dere tepe düz gidip bir cadının evinde buluverdiler işte bizim Tom Avery’yi. Bölümün asıl güzelliği de bundan sonraki kısımdı bence: Caroline yapamadı.

Zaten bölümün en sevdiğim diyaloglarından birisi de “Onu öldüremedim Stefan, seni kurtarmak için bile olsa,” oldu. Sonuç: Caroline Stefan’dan hoşlanıyor. Bu zaten bilindikti artık. Sonuç iki: Bence ‘artık’ Stefan da yola gelmiş durumda. Öyle yani…

Tüm bu güzellikler içinde tek ‘yazık’ durum da Tom karakterinin harcanmasıydı. Paul Wesley mi çok tatlı bir görsel ikiz çıkardı, yoksa bu kendiliğinden öyle olduğu için mi beğendim ben bilmiyorum; ama bu görsel ikizi de beğendirdiler. Bir bakıma da şu bir yerlerden sürekli çıkan görsel ikizler meselesini kapatmış olduk, ki buna da sevinmiş durumdayım. Caroline ve Stefan üç vakte kadar –sezon da bitmeden önce- sevgili olsunlar diyerek gelelim görsel ikizlerden Gezginler ve Markos konusuna…


Olacak, olacak, az kaldı Vol. 2.

Gezginler durduk yere Stefan’ın yardımını, görsellerin tek kalmasını istemiyorlardı tabii ki. Liderleri Markos’u diriltmenin geçtiği yol bu olduğu için peşindeydiler. Geçen bölümde Bonnie’nin peşinde olan Liv ve Luke da bunu engellemek için diğerlerinin hayatına girmişler. Ama planlarını gerekirse tek görsel ikiz bile bırakmamak olayına kadar vardırınca haliyle Damon’ın da engellemeleriyle başarılı olamadılar. Sonunda da Markos dirildi zaten.

Ben bu Markos olayının kalan beş bölümü oyalayacağını düşünüyorum. En sonunda da bir halt yiyip bırakıverirler herhalde. Umarım küfür yiyecekleri şekilde olmaz, gerisi sorun değil…

Neyse, Liv’e girmişken buradan da planı gereği bir noktada Jeremy’yi kullanmaya kalkmasına ve haliyle Damon-Elena olayına gelelim. The Vampire Diaries’de beş sezon içinde karakterleri görmediğimiz bir halleri varsa o da derse girerkenki halleri. Alaric demeyin, o sayılmaz; çünkü ana karakterdi ve belli amaçları vardı. Dolayısıyla nadiren derslerle haşır neşir oldular. Okul binası genellikle başlarına bir şey geldiğinde yarıyor ya da parti yaptıklarında, misal 20’ler partisi bile yaptılar.

Hadi hepsini geç, bunca şey içinde nasıl ders çalışsınlar ki zaten? Son dakika golüyle mezun olan Matt de malumunuz, dolayısıyla bu bölümdeki Jeremy bazlı olaylarda bence şaşırılacak bir şey yok. Çocuğu Elena-Damon cephesine malzeme etmişler. Bunların cephe de Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı Cepheleri gibi zaten. Arada kazanımlar ya da başarılı savunmalar olsa da sonuç belli: Yenilgi.

Bir Atatürk bulacaklarını sanmıyorum ama cebren ve hile aziz vatanın, pardon Mystic Falls’un kaleleri zapt edilmeden önce birisi çıkıp Kurtuluş Savaşı başlatsın şunlara.

Sizin ikinizden bir halt anladıysam ne olayım.

Bir de söylemesi ayıp ortada mantıklı bir neden yok bana kalırsa. Ben mi çok detay arıyorum ya da ne bileyim, basmakalıp düşünüyorum bilmiyorum. Birisi aldattı desen yok, geri dönülemeyecek hata desen o hiç yok. Yeminle Katherine Elena’nın yerindeyken ve Damon’dan ayrılırken ortada daha ayakları yere basan durumlar vardı. Bu arada okuldaki atışmalardan, Elena’nın anlık rüyalarından hoşlandığımı saklayamayacağım. Ben artık sevgili mi oluyorlar, ayrı mı devam ediyorlar bir karar versinler istiyorum sadece. Stefan-Elena konusuna bak, arada laf aynı yere gelse bile sonuç hiç değişmiyor. Ne güzel işte.

Böyle yani durum ve bölüm, sonları hayrolsun. Kapatmadan önce bakalım bir şey unuttum mu?

Caroline ve Stefan tamam, Elena ve Damon tamam. Gelecek bölümler Markos ve Gezginler üzerinden. Tyler hala bir halta yaramıyor, bunu yolda gelen Caroline-Stefan olayına tepki için tutuyorlar herhalde. Matt diyeceğim, o ‘tabii ki’ bildiğimiz gibi. Yalnız şu çocuğa da sevecek birini bulalım lütfen. Teşekkürler. Bonnie ve Jeremy diyeceğim – diyesim de yok ama- Bonnie’ye bir şey olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Bir anda çok fazla kişi içine girdiği için bayıldığını düşünüyorum ve sonrasında eski haline devam edecektir. Tabii artık acı verme olayını saklayabileceğine inanmıyorum. O Markos’un sonu da Jeremy’den olur en sonunda, bu çocuk da o işe yarar işte…

Ne diyeyim, sonraki bölümde görüşmek üzere artık. Ama unutmadan:

Haberiniz olsun: Dizi yine araya girdi canlarım, ama bu son! 17 Nisan Perşembe günkü bölüme kadar TVD ortalıklarda olmayacak ve sonrasında aralıksız olarak sezonun kalan beş bölümünü izleyebileceğiz. 15 Mayıs’ta da sezon finali var.

Devamını oku ...

The Blacklist 1x17: Aşık olmak yasaklansın


No.88 : Ivan (Will Denton)
The Blacklist’te sezonun bitişine emin adımlarla ilerlerken 17. bölümü de arkada bırakmış olduk. Geçen bölümü biraz vasat bulduğumdan bahsetmiştim, bu ondan daha iyi çıktı bana göre. Zaten geçen bölüme göre reytingi de artmış. Hoş, ikinci sezon onayı zaten olan dizi için bu durum şu aşamada bir anlam ifade etmiyor, o ayrı. Neyse, ben geleyim bölüme:

Geçen bölümün sonunu Tom’un Jolene’i ve Red’in kızın peşine taktığı şapkalı adamı öldürmesiyle kapatmıştık. Haliyle de Red’in zerre hoşuna gitmedi bu durum. Bu bölüm de –tahminleri zorlamayarak- ölümler nedeniyle Tom’u zorlamaya başladı. Ben cesetler bulunur diye kurmuştum kafamda ama kıza kayıp ilanıçıkarmayla halletmeyi seçtiler. Olur. Sonrasında arama, çalışma arkadaşı olduğundan dolayı sorgu amaçlı Tom’a kaydı, ki oradan da konuya “Evime geldi, çevremizde dolandı!” mantığını kullanan Liz dahil oldu. Buraya kadar da tamam zaten.

Jolene’in telefonla konuştuğu son yere, yani Tom’un gizli yerine giden Liz, neyse ki o sırada Tom’u arama gafletinde bulundu. Bu sayede de Tom bir güzel etrafı toplayıp üstüne saklanma fırsatı (?) buldu. Bu adamın aklını sevdiğimden bahsetmiştim, yakalanmamak için gizlice karısını pataklayıp, kurtuldu da olay yerinden. Kaçıncı zıplayış olduğunu saymadım ama çekirge takıldı, düştü tabii sonunda. Hem de kitaptaki klasik yollardan biriyle olmuş oldu: Arkasında çöp olarak bıraktığı eşyalardan birisi Liz’in kendisine daha o sabah verdiği oyuncak çıktı.


Tam bir baba-kız gibi…

Açıkçası ben Tom’un Elizabeth’in bir şeyler öğrendiğini anlayıp anlamadığını o sırada anlamadım. Sanırım anlamadı. Ama bölümün sonundaki fragmanda düşündürttürüldüğü üzere bu kısma orada inecekler gibime geliyor. Elbet anlarız. Ben başka bir şeyden bahsedeceğim: Baba-kız olayını hortlattılar yine. Liz gerçeği anlayınca soluğu Red’in yanında aldı ve ikili Elizabeth’in anıları içinde dolaşırken yine bu tarz bir şeyler düşündürttüler bize, en olmadı, bana.

Ben daha önce “Bunu çok fazla gözümüze sokuyorlar, yanıltma olabilir,” savının peşindeydim. Ayrıca daha önce Liz açıkça Red’e “Sen benim babam mısın?” diye sordu ve “Hayır,” cevabını aldı, ki bunu söylüyorum; çünkü Red daha önce olduğu gibi bir kez daha “Sana hiç yalan söylemedim,” lafını da kullandı. Kızın değilse neyin o zaman? Kızınsa bari bize söyle, o öğrenmese de olur. Öyle işte. Tom kısmını nasıl ele alacaklar diye merak etmiyor değilim. Normalde ben bu bölümde olanlar için. “Olur bu iş de 20.-21. bölüm zamanı ancak, sezon finalini de üstüne kurarlar,” diye bir şey kurmuştum kafamda. 17. bölüme koyduklarına göre vardır bir bildiği adamların. Geleyim ben diğer ana konuya, yani listeye.

Geçen bölümdeki Mako Tanida olayının içeriğini pek beğenmemiştim ve yavan bulmuştum, bu seferkini sevdim. Genç oyuncu Will Denton da rolünde sırıtmadı en azından. Yalnız ufak bir-iki şeyden bahsedeceğim:

-- Bu Amerikalıların Rusya’dan başka sevmediği ülke yok mu hiç? Dizide Harrison’ın aslında Ivan’ın kimliğini kullandığını öğrendik ve o sırada gerçek Ivan açık açık “Benim derdim Rusya ile. Manyak mıyım ben Amerika ile uğraşayım,” dedi. ‘Hll spr dvm,’ diyorum ben, anlayan anladı. Şişti yine milletin egosu. Gerçi sırf bunlar da değil, herkes yapıyor aslında. Özellikle de gündem şu haldeyken. Ne rekabetmiş arkadaş.

(Burada “Bizim gündemimiz yanında bunlarınki hal etmişlik,” dememek de olmaz. Pazar günü kime verdiğiniz umurumda bile değil, gidin oy kullanın yeter.)

Buyur sana bir takıntılının teki daha, yasaklayalım biz bu aşk olayını.

Bilgisayar dehası olayı ve hackerlik kurumu dizilerde ve filmlerde pek ilgimi çeken alanlar değildir normalde, tabii bu bahsini geçirdiğimiz kişiler genç, hatta mümkünse yakışıklı/güzel değilse. Buradaki öyleydi de kurtardık durumu. Ben ilk başta malum program arabadan çalınmadan önce para karşılığı bir şeyler dönüyor sanmıştım ama programı çalanın kapüşonlu olsa da gençten birisi olduğu daha o zamandan belli olunca daha bir ilgiyle yaklaşmaya başladıydım. Dürüst olmak gerekirse de aklıma ‘aşk’ gelmemişti her türlü.

Meğerse bizim oğlan takıntı derecesinde hoşlandığı kızın babası çalıştığı proje yüzünden şehir değiştirecekmiş, bu da plan yapıp programı çalmış ve bunu gereksiz kılmış. O sırada bilgisayarla bir arabayı yoldan çıkartıp şoför öldürttü. Aşk insana neler yaptırıyor yarabbi. Çocuk bu uğurda yakalanmamak için koca Washington’ın elektriğini de kesti. O an açıkçası ben merak da etmedim değil bunun olurunu. Böyle bir şey olsa medyaya yansıması nasıl olur acaba? Düşünsene gitti bütün elektrikler Beyaz Saray’da? Tek tuşla aç kapa yapacak böyle bir program da acaba gerçekten var mıdır?

(Burada bir New York eklemesi yapacağım. New York’ta olsalar bunu tam kapasite beceremezdi, çünkü oranın bir süredir öyle bir sistemi var. Şehri birbirinden bağımsız belli enerji noktaları besliyor ve hepsini tek seferde kesmesi imkânsız. Üstelik tam kapasite bir kesintide bile açık kalacak yerler var. 11 Eylül Amerikalılara çok şey öğretti…)

Neyse, sonunda bizim aşık çocuk istediğini alamadı. Liz de onu ikna edip olayı tatlıya bağladı. Sevgilisini kaybeden Donald depresyonunu sessizce yaşıyor. Ekibin kalanı da bildiğimiz gibi. Tom-Liz bakımından önemli şeyler olsa da temel olarak geçiş bölümü olan bu bölümü atlattığımıza göre artık fasulyenin faydalarına gelebiliriz. Haftaya görüşmek üzere…


Hay ağzına sağlık Raymond Reddington beyciğim.
Devamını oku ...

The Blacklist 1x16: Ben demiştim demeyi seven?


No. 83: Mako Tanida (Hoon Lee).
Geçirdiğimiz bir haftalık boşluğun ardından The Blacklist’i tekrar karşımızda sezonun 16. bölümüyle bulmuş olduk. Genel olarak ana konu açısından güzel, liste adamı olarak da bayat bulduğum bir bölüm olduğunu söyleyebilirim. O yüzden lafı çok uzatmadan geleyim bölüme. Ama öncesinde ‘tabii ki’:

Haberiniz olsun: The Blacklist’in 22 bölümlük sezonunu 12 Mayıs Pazartesi günü yayınlayacağı bölümle kapatacağı kanal tarafından açıklanmış durumda. Bu da takvime göre kalan altı bölümün yayın süreci içerisinde iki haftalık aramız daha var demek oluyor. Açıklanan tarihlere göre şimdilik Mart bitene kadar, yani iki bölüm daha arasız gideceğiz.

Geçtiğimiz bölümün sonunda Tom dizinin başından beridir kendisi üzerinde toplanan ve özellikle Red tarafından dile getirilen şüpheleri giderircesine bir itiraf yapmıştı. Bu bölüm de onun üstünden yürüyüp konuya devam ettik, hatta beklenmedik şekilde yavaştan almayıp ilerledik de. Görmezden gelip de oyalama yapmadıkları iyi olmuş. Bizim Türk dizileri olsa iki-üç bölüm daha sarkardı kesin. Ayrıca ben o itirafın kalanının metnini de beğendim.

Mesela Liz ile tanıştıktan sonra onunla iletişime geçip de bulaştırdılar mı caba diye merak ederdim, meğerse her şey baştan beri bir projeymiş. Böylesi daha güzel olmuş, gerçi ben Tom’un biraz olsun Liz’den etkilendiğini de düşünüyorum, o dursun bir yerde.

Adam bunun üstüne Superman olup hem Jolene’i, hem de maskeli adamı birlikte pataklayıp işlerini de bitirdi üstelik. Açıkçası o sahneyi bölümlerce “Ne halta yarayacak bu Jolene?/Ne numara var bu kızda?” diye düşündürten karakterin –bir anda- böyle bir sonunun olması gerçeğini yadırgayarak izledim. Bu dizinin kendisine bağlamasının nedenlerinden birisi de böyle beklenmedik şeyler yapması olsa gerek. Bir de oldum olası pek hoşlanmadığım o şapkalı zencinin de işinin görülmesi güzel oldu.


Bu bölümün yıldızı bariz Tom’du.

Tom’un kimliğinin açığa çıkmaması için ‘etrafı’ temizlemesi tamam da onun hikâyesi bundan sonra nasıl devam edecek merak etmiyor değilim. Eski stile devam edebiliriz gibi geliyor ama bölümün sonunda gösterilen yeni bölüm fragmanından anladığım kadarıyla bu yönde bir tempo artışı var ya hadi hayırlısı. Sanırım ikisinin de ortadan yok olduğunu anlayan Red, Tom’un üstüne gitmeye başlayacak… Biz şimdilik onu bırakıp gelelim liste adamına ve Reddington’a, haliyle biraz da Donald’a.

Bu bölümde sadece Jolene’in ölümünü değil, ben ayrıca Donald’in nişanlısı Audrey’in ölümünü de beklemiyordum. Buzdolabı Ressler’ın ölüm yası benim içime işlemedi, önce onu bir itiraf edeyim. Dürüst olmak gerekirse bölümün sonunda elinde 1987 tarihli bir Kuğu Gölü Balesi programı tutan Red’in içinde bulunduğu durum daha iyi işlenmişti. Tabii bunda oyunculuk farkını da göz ardı etmemek gerekir.

Tavsiye: Bu bölümde baş kötü Mano Tanida’yı oynayan Hoon Lee, HBO’nun yan kanalı Cinemax’ın dizisi Banshee’de ana karakter olarak oynuyor. +18 sahnelerinin ve senaryosunun tartışmalı olduğu bir dizi ama bence denemekte fayda var. İkinci sezonunu daha geçen cuma noktalayıp üçüncü sezon onayını da alan bir dizi.

Konusu da 15 yılın ardından hapisten çıkan ve eski sevgilisini aramaya koyulan bir adamın onun yaşadığı kasabaya yeni gelmişken kendisi gibi oraya gelen yeni şerifin talihsiz şekilde öldürülmesi üzerine onun kimliğine bürünmesi ve sonrasında yaşananlar üzerine kurulu. Lee de travestivari bir karakteri canlandırıyor.


Red’in oldum olası güzel bir mizah anlayışı var zaten.

Yazının başında bölümün liste adamını bayat buldum derken kastettiğim senaryoydu aslında. Mako’nun intikam peşinde kendisinin ve kardeşinin başına iş açanların peşine düşmesi tamam da Ressler’ın en yakın arkadaşının hain çıkması ve dolayısıyla Audrey’in vebalinin böyle bir hikâyeye sahip olması olayını beğenmedim. Olay örgüsü basitti sanki. Belki de Red’in dâhil olmaması bulandırmıştır ama durum böyle. Misal Jolene’in ölümü de Audrey’den daha fazla etkiledi totalde.

Tabii kendisiyle aynı acıyı yaşayan Ressler’a Red’in bölüm sonunda Mako’nun kafasını göndermesi ve Ressler’ın kız arkadaşının boş hamilelik testini bulması detaylarını atlamıyorum. Onlar hoştu. Hatta bir ara adam kaza yapan arabadan kurtulup da kaçınca “Red’in listesinden birisi ölmeden ya da hapse düşmeden kurtulmuş mu oldu?” diye düşünmüştüm. Sağ olsunlar, duydular da çabuk cevap verdiler. Yani bence bu durumda en iyisi koyvermek. Zira bunun devamını bir sonraki bölüme görmeyeceğiz nasılsa. Buzdolabı Ressler da benim kadar duygusuzun teki nasılsa, bir şekilde atlatır…

Bu bölüm böyleydi işte. Tom ve Red in, Ressler, Jolene ve Liz out. Gelecek bölümde Tom-Liz-Red üçgenini güzel açmaları beklentisiyle haftaya görüşmek üzere diyeyim ben.

Devamını oku ...

1 Mayıs 2014 Perşembe

The Vampire Diaries 5x16: Sizden Biri Daha


Elena’nın dönüşünün en hoşuma giden kısmı bu oldu.
Bir haftalık The Vampire Diaries arasından döndük ve kaldığımızdan devam ediyoruz işte. The Vampire Diaries sezonun 16. bölümünü de arkasında bırakmış oldu. Katherine’in gidişinden ve gitmeden Elena’yı da Augustine+ yapışından kaptırıp devamını getirmiş olduk. Güzel de bir bölüm sonuyla bitiverdik. Zırt pırt reyting lafına girmeyeyim diyorum, zaten yeni sezon onayı da var. Ben geleyim bölüme ama öncesinde ‘tabii ki’:

Haberiniz olsun: The Vampire Diaries’in yapımcılarından Caroline Dries geçen bölümden sonra verdiği röportajda Katherine’in gidişinin ‘temelli’ olduğunu söylemiş. Bunu söyleyerek sürpriz mi bozuyorum bilmiyorum ama herhangi bir bekleyişte olmamayı daha doğru buldum kendi adıma. Çünkü ben geri dönecek mi diye geçen yazıda ve sonrasında kafamda kurmuştum. Hatta “Bu dizi ölenleri ölümden döndürmesiyle ünlü. Katherine için geri dönüşü olmayan bir son yazdık. O yüzden de normal bir şekilde içten geçme yaşamadı,” gibisinden bir açıklama yapmış.

İkinci olaraksa kardeş dizi The Originals’tan bir haber var: Rebekah’ın gidişi de kalıcı. Bu karar da –yapılan açıklamaya göre- Claire Holt’un kendisinden çıkmış. Hatta oyuncu ilk kez The Vampire Diaries’e bu karakterle girdiğinde bu karakterin içinde bu kadar kalacağını düşünmediğini de söylemiş. Konukluk kapısıysa açıkmış tabii ki. Ayrıca ortada kendisinin hamile olduğuna dair dedikodular dolanıyor ama kesin bir şey yok ortada. Varsa öğreniriz nasılsa.


Bir de bu var tabii ki. Aslında zevkli bir durumdu.

Augustine+ bir vampir olarak dönüşüm geçiren Elena’yı bölümün başında yurt odasına cadı büyüsüyle hapis olmuş olarak bulduk. Zaman içinde Damon ile konuşma, Katherine’in günlüğünü okuma vs. derken yavaş da olsa geride bıraktığı ve hatırlamadığı üç hafta ile ilgili epey bir şey öğrenmiş oldu. Tabii bu arada kan ihtiyacından gelen bir açlıkla halüsinasyonların içinde de kayboldu resmen. “Beni taklit etmesi bu kadar mı kolay, yoksa siz beni hiç tanımıyor musunuz?” – Bu bölümün en güzel diyaloğuydu bence.

Caroline gerçeği ilk anladığında da bu tarz bir şeyler ben demiştim. Aslında kendince haklı sayılabilir ama Katherine’in master mind (karşılık için zeka küpü diyesim geldi) olayından sonra ortada pek fazla seçenek kalmamıştı. Ayrıca bana göre Damon’a bölüm sonunda söylediği “Sen anlamalıydın,” lafı da biraz gereksizdi, çünkü düşünürsek kaç yıllık kardeşi anlamadı neyin ne olduğunu. Diğerleri ne yapsın? Öyle ya da böyle bölümün sonunda gördüğünüz üzere her şey ‘güzel bir sonla’ kapanmış oldu. Ama o kısma birazdan geleceğim.

Bu bölümün sevdiğim veya takıldığım belli bazı noktaları vardı, onlara girmişken bölüm ortaya çıkar diyorum. Öncelikle panzehir ve görsel ikiz durumu. Geçen bölümün yazısında Katherine’in geri dönüşü amaçlı bu Gezginler grubu ne işe yarayacak, onu öldürmek için arıyorlardı vs. gibisinden ben girmiş bir şeyler sıralıyordum. Katherine’in dönmemesini az yukarıda geçtim, kızı öldürmek için aramaları da etrafta bir tane görsel ikiz bırakmak istemelerindenmiş. Güzel bir istek tabii…

Olacak, olacak, az kaldı.

Bunun için de haliyle tek kalan Elena’nın ardından sıra tek kalması gereken Stefan’a geldi. Meşakkatli bir beyin kızartma olayından sonra da meğerse Atlanta’da yaşayan ve hayat kurtarma işini icra eden –bu kelimeler nereden de dökülüyorsa- bir ikizimiz varmış, onu öğrendik. Başka ne öğrendik peki? Caroline Stefan’dan hoşlanıyor. Zaten hafif hafif dokunuyorlardı ama kuruntu yapmıyorsam –ki yaptığıma inanmıyorum- bu bölüm o kısmı epey bir soktular gözümüze. Hadi hayırlısı diyeceğim; bir yanım istiyor zaten de o arkadaşlık zarar görecek kısmı kafamı kurcalıyor…

Bu arada, panzehir bulma kısmını iki-üç bölüm sarkıtmadan bölüm bitene kadar halletmelerini takdir ettim. Bizim Türk dizileri olsa o iş kesin sarkardı çünkü. Misal Enzo son dakika bir hainlik yapardı ve bakmışız ki ortalıktan yok olmuş. Gerçi ben bu durumu buradaki Enzo için de düşündüm ama arkadaşına sadık çıktı işte. Neyse, gelelim diğer noktaya; bahsetmezsem çatlayacağım çünkü: Aaron Whitmore.

Sizi bilmiyorum da o olay benim içime –bknz: beşinci sezon on ikinci bölüm yazısı- çok oturmuştu. Kendini aşk acısından (?) dolayı kaybetmiş Damon, zaten bütün bir ailesini, hatta sülalesini katletmişken, üstüne bir de çocuk hala masumken ve Elena’nın iyi bir arkadaşıyken gidip güzelim çocuğu öldürüvermişti. Bölüm boyunca da ‘bunu nasıl söylerim’in olurunu aradı zaten ve –her ne kadar Damon’ı sevsem de- ben bundan makul bir miktarda zevk aldım. Kendisi de Elena’nın Aaron’ı öldürdüğünü sandığı noktada dökülüverdi. Açıkçası bu açıdan bölümden istediğimi aldığımı söyleyebilirim.

Seni severim ama o zaman da dedim, bunu unutmayacağım.

Bölümden istediğimi aldığım bir başka nokta da bundan ‘sonrası’ tabii ki. Stefan-Elena olayından –geldik beşinci sezona!- vazgeçmiş ve ‘Delena’ isteyen biri olarak artık şu ikisinin ‘düzgün’ bir sevgililik dönemi yaşamasını talep ediyorum. Wes’in manyaklıkları, Katherine’in planları, Stefan’ın draması derken ben bunların sevgili olduklarını açıkçası şu zamana kadar anlamadım ve anlamak istiyorum. Misal bölüm sonunda o beceremedikleri ayrılık konuşmasında bile pek bir tatlı ve sevilesiydiler. Hele hele o ses tonlarıyla… Bunun –içine sevişme kısmını da dahil edebiliriz tabii ki- devamı gelse ya?!

Gelelim benim aklımdaki son noktaya: Bonnie ve cadı meselesi. Bu bölümde gelecek bölüm(ler) için iki konu bıraktılar. Birisi Caroline ve Enzo’nun Stefan’ın görsel ikizinin peşine düşmesiydi. Diğeri de bu bölümde öğrendiğimiz gerçek: Bonnie’nin dayanak noktası olmasından sonra dizideki cadı eksiğini dolduran Liv de bu dizideki çoğu şey gibi göründüğünden farklıymış. Dahası Elena’nın arkadaşı olarak bir anda ortaya çıkan eşcinsel Luke ile de kardeşlermiş. Ne amaçları olduğu tam bilinmemekle birlikte dayanak noktası ve haliyle de Bonnie ile ilgililer.

Elbet bunun kokusu diğer bölüme daha fazla çıkar diyorum, üstüne hayırlısı o zaman ve bunlar sezon sonuna kadar idare ederler herhalde de diyorum ve yazıyı kapatıyorum. Haftaya görüşmek üzere…

Tavsiye: Bölümün sonunda Elena ve Damon sevişirken arka planda çalan şarkı Laurel - Fire Breather’dı. Benim epey hoşuma gitti, tamamını dinlemenizi tavsiye ederim.


Ben kazara Elena’nın elinde kalacak sanayım, meğerse Luke’un amacı başkaymış.
Devamını oku ...

Gölgedekiler 2. Bölüm: Kola Kol Bir Zaman Muamması


Bu gelini ne yapmalı? Kaynar kazana atmalı.
Show TV’nin ‘şaşırtacak, sarsacak, unutulmayacak’ gibisinden tariflerle tanıtım yapmaya devam ettiği yeni dizisi Gölgedekiler’i ikinci ve yeni bölümüyle karşımızda bulduk. Geçen bölümde “Ben FOX’un bir zamanlar yayınladığı Çağan Irmak yapımı Kâbuslar Evi serisi gibi bir şey bekliyordum. Bu pek öyle olmamış,” demiştim. Bu bölüm için de fikrimin pek değiştiği söylenemez ama kaplumbağa adımlarıyla da olsa ilerleme var gibi duruyor.

Not: Dizinin ilk bölümünde iki farklı olayın olduğu bölümler için iki farklı reyting değerlendirmesi yapılmış. Sonuçta ikisi de ilk 25’e girmemiş. Dizinin her bölümü farklı iki hikâye üstüne kurulu olduğu için ne kadar gittiği sorun değil malumunuz ama haberiniz olsun dedim.

1. Hikaye: Annenin Laneti

Bölümün ilk hikâyesi kötü gelin üzerine kurulu çıktı. İki erkek kardeşten küçük olanın meğerse kolu yokmuş ve bölümün başında kol takılması için doktorda bulduk kendimizi. Gerekli para abinin alacağı sayesinde sağlanacakmış, onu öğrendik. Anne de kardeş de çok hevesliler. Hatta sonrasında çocuk sevdiği kızı istemeye gitmek konusunda hevesli falan. Ama izlediğimiz şey dizi olduğu için hiçbir şey beklenildiği gibi bitmedi ve işler karıştı.

Abinin karısı Nergis kocasının evliliklerinin başından beri söz olarak verdiği bilezikleri alması için kocasına baskı yapmaya başladı. Hatta bunun için “Terk ederim lan seni, gencim güzelim herkese yeterim,” başlıklı bir konuşma yaparak azıcık ucundan da gösterdi. Adam da bir miktar basiretsiz çıktığı için kabul etti ve kadının kollarını donattılar. Üstüne de akşama gidip kardeşinin ve annesinin bütün ümitlerini “Dolandırıldım,” yalanı ile yıktı geçti bizim basiretsiz. Kadın da en okkalısından bir beddua okudu tabii buna neden olana.

Sonra ne oldu dersiniz? Kader ağlarını ördü o oldu. Bizim kafadan kontak erkek kardeş olanlara daha fazla dayanamayıp sabahına astı kendini. Anne yaslara büründü, biz başladık cenazeye. Gelinin bilezik olayı da orada ortaya çıkmış oldu. Kadın çıldırıp aklına geleni söyledi haliyle. Gelin üstüne evi terk edip kendininkine geçti.

İşte tam o noktada evdeki kadınlar abiye yan gözler kınarcasına baktılar ya, hah, işte orada bana bir gülme geldi. Yazının başında ve bir önceki yazıda Show TV’nin dizinin tanıtımıyla ilgili söylediği sözlerden bahsetmiştim. Bu tarz ‘saçma’ lafları kesmesini sırf bu yüzden kessinler istiyorum. Çünkü bu diziyi korku olarak satamazlar, gerilim bile değil. Hikâyeleri sevdirebildikleri ölçüde ve bölümlük kadroyla izletebilirler ancak bu diziyi.


Karının kolu kardeşinin kolundan daha önemli.

Neyse, efendim ondan sonrası da annenin bedduasının tutmasıydı. Abi cenaze evinden dönmemişken evlerine hırsız girdi, kadının kolunu kesip bilezikleri aldı. Adam da eve gelince duvara dayandı kalakaldı nihayetinde. Eh, anne erdi muradına, Nergis gitti cehenneme, abi sanırım kerevetine çıkan kişi olmuş oldu. Artık ne yapacaksa orada… Ben de hayırlı olsun diyeyim bari.

Bölümün diyaloğu: Kola kol, cana can, acıya acı. – Bunu papağan gibi 50 kere tekrarlayınca biraz ucuz ve komik kaçıyor, biliyor musunuz?

Sonuç: Ben Nez’i kliplerinden ve şarkılarından bir miktar tanıyorum. Deneyimi varsa bile hiç başka bir yerde oyuncu olarak izlememiştim ve kötü karakter olayını kıvırdığını düşünüyorum ama genel olarak hikâyeyi basit ve yapay buldum, pek beğendiğimi de söyleyemem. O kardeşin kafadan kontaklığını abartmışlar mesela, ki bu tarz bir fazlalığı ilk bölümün ilk hikayesinde de yapmışlardı. Annenin papağanlığını saymazsak kadın zaten yılların deneyimlisi, yapmış yapacağını işte. Öyle yani…


2. Hikaye: Mucizenin Gülleri

Kadının “Paraya kandım, hayatımı karattım,” başlıklı konuşması güzeldi.

İkinci hikâye zaman yolculuğu gibisinden bir hikâye çıktı. 1970’leri ve 2010’ları birbirinin içinde buluverdik. Genç, güzel, 70’lerde yaşayan ve kocasından çok çeken Hande, son dayağını yedikten sonra dayanamayıp yanına alabildiğini alıp kocası duştayken evden çekip gidiyor. Bu sırada 2010’da Yusuf, yani Cemal Hünal’ın karakteri borçları nedeniyle atölyesi haczedilen biri olarak karşımıza çıktı. Bankaya olan borçlarını ödeyememiş. Sonrası dert bir durum aslına bakarsınız. İki gün içinde dünya para bulması lazım, dolayısıyla bizimki çalışanlarıyla helalleşip çıktı yola. Eve gidiyor.

İşte o anda nasıl olduysa artık 1970 ile 2010 birbirine girdi. Hande evden koşarcasına kaçarken olacak iş ya bizim Yusuf’un arabasına rastlıyor ve hiç düşünmeden durdurup biniyor. Kadın korkusundan paranoyağa bağlamış durumda, adam da ne halt dönüyor anlamıyor ama yardımsever işte. Başlıyorlar arabayla dolanmaya. Ara ara da ne hikmetse kadın kocasının arabasını gördüğünü söylüyor ama adam bakıyor, yok araba falan.

Bu sırada kadın korkusu geçmişçesine hikâyesini anlatmaya başlıyor. Meğerse zamanının güzellik kraliçelerindenmiş de kendisini sefaletten kurtarmak için zenginin tekiyle evlenmiş, tabii adam sonradan psikopat çıkmış. Bu da beş yıl kadar dayanmış. Kadın bunu anlatırken bunlar bir yerde oturup çay falan da içip havayı karanlığa çevirdiler. Sonrasında da tam adam evine doğru gidecekken arabayı yine görüverdiler, daha doğrusu kadın gördü. Bunun üzerine ortayı “Beni gerçek evime götür,” ile bulma kararı aldılar. Bizimki yardımsever haliyle onu da yaptı.

Biz bu adamın durumuna ‘dört ayaküstüne düşmek’ diyoruz.

Borçları olduğundan bahsetmiştim, kadın inmeden önce evden çıkmadan aldığı kolyeyi adama borcunu ödesin diye veriverdi. Bu da aradığı mucizeyi gerçekleştirip borçlarından kurtulmuş oldu, güzel iş valla. Sonra da kadının kolyeyi verirken bulunduğu istek üzerine gül götürmeye karar verdi. İşte orada bölümün en güzel yanı devreye girdi: Kadını gece karanlığında bıraktığı yer meğerse uçurummuş. Haliyle şaşırdı bizimki, açıkçası ben de biraz şaşırmadım değil, daha doğrusu hoşuma gitti. Nasılını merak ederken uçurumda bir kadınla, yani bizim Hande’nin artık yaşlanmış annesiyle karşılaştı ve böylece her şeyi çözmüş oldu:

Kendisinin dün yaşadıkları aslında 1970’de yaşanmış ve Hande’yi takip eden kocası onu uçurumdan aşağıya atmış. Eh, adam şaşırıp pek akıl veremese de olanı biteni mucizeye bağladı ve aldığı gülleri denize doğru savurdu. Biz de bu sayede bölümün sonunu görüvermiş olduk. Öyle yani…

Bölümün mottosu: Hayat bazen mucizelerin bile sınırlarını zorlayabiliyor.

Sonuç: Ben yine ikinci hikâyeyi ilkinden daha çok sevmiş durumdayım. Hatta şimdiye kadar yayınlanan dört hikâye içinde en çok bunu sevmiş durumdayım. Yan kadroyu tenzih ediyorum, başroller ve hikâye burada daha iyiydi. Gerçi ilk bölümün ilk hikâyesindeki iyilik yapan iyilik bulur olayını sanki buraya harmanlamışlar gibi gelmedi değil ama iyi durmuş. Geliyorsanız bana böyle şeylerle gelin…

Devamını oku ...

Gölgedekiler 1. Bölüm: Kola Kol Bir Zaman Muamması


Son sürüm Azrail hepimize hayırlı olsun.
Show TV, ‘ekranda benzeri olmayan, izleyiciyi gerçeğin ve bilinenin ötesine taşıyacak, sarsacak ve şaşırtacak’ ifadeleriyle iddialı bir şekilde Gölgedekiler dizisini 17 Nisan akşamı getirdi karşımıza. Fantastik-gerilim türünde ve her bölüm iki kısa filmden oluşuyor. İlk başta madem böyle bir işe giriştiler, değişiklik yapıp bir kısa film sunsalarmış da olurmuş aslında demedim değil ama oraları deşmeyeceğim. Mütemadiyen deşiliyor zaten.

Diziden önce gerçek olaylardan yontma yaptılar mı diye merak ediyordum. Zaten fantastik-gerilim türü için niye böyle bir şeyi ediyordum orası muamma ama neyse. O tarzda olmaması daha iyi olmuş. Öteki türlüsü mantık sınırlarının etrafında dolanmak olurdu. Ayrıca yaptıkları jeneriği de böylesi bir diziye oranla beğendim. Zaten dizinin en oturaklı kısmı orası olabilir.

Dizi genel anlamda benim gibi biri için söyledikleri üzere ‘günlerce etkileyecek’ türden değildi. Her bölümü farklı konulara dayalı tarzdaki dizileri seven biri olarak başına oturdum ben. Hatırlar mısınız bilmem ama zamanında Çağan Irmak FOX kanalı için Kabuslar Evi serisi yapmıştı 13 bölüm. Onun gibi bir şeyler yapmak istediler mi bilmiyorum ama benim istediğim ona yakın, insanın içine işleyen çeşitten bir şeydi. Bu diziden o olmamış işte. Hatta site yazarlarımızdan Nida’nın da izlerken dediği üzere bundan STVnin Beşinci Boyut tarzı bir şeyler çıkmış.

Hayırlara vesile olsun, ne diyeyim bilemedim… Her bölüme farklı ve tanınmış/tanınmışa yakın kişilerle neler çıkarabilirler teması ile merak ettirici olabilirler. Daha öncesinde, yarınki reytinge bir bakmak lazım, asıl lazım olan o. Diyeceklerin gerisi ve aslı o zaman belli olur. Malum bizim Türk halkının ne zaman ne beğeneceği de pek belli olmuyor. Gelelim bölüme en iyisi:

1. Hikaye: Şeytanın Gülüşü


Şeytan kısmını bilmem ama ben güldüm.

İlk hikayemiz bir töre hikayesi çıktı. Başroldeki abimizin ablası kan davası dursun diye gereksizin tekiyle evlendirilmiş. Kadın dayanamamış kaçmış evinden. Bunlar da geri getirmek için bizim Mahmut’u yanlarına katılmaya zorluyorlar. Bölüm de bunun üstüne başlıyor gibi bir şey. Adam yola çıkıyor ve 11’deki uçağına yetişmek için anne duaları peşinde başlıyor araba yolculuğuna. Ama hiçbir şey beklendiği gibi gitmiyor tabii ki. Çünkü “İyilikten maraz doğar,” diye bir laf var ya işte o olmaya başlıyor.

Adamın önce lastiği patlıyor, yetmiyor benzini bitiyor. Kırmızı ışığa yakalanması cabası derken bir de kaza yapıyor ve bölümde karakterlerden birinin de dediği gibi yarım saatlik yolu bir buçuk saatte gidemeyerek sonunda uçağa kaçırıyor. Buraya kadar her şey berbat bir şekilde ilerledi, adam da ablasını kurtaramayacak derken anlıyoruz ki her zaman iyilikten maraz doğmuyormuş. Damadın ve kardeşinin uçağı düşüverdi ve kurtulamadılar. Anne karaları bağlamışken oğlunun kurtulduğunu öğrendi. Herkes erdi muradına, birileri de çıktı kerevetine işte. Gökten düşen elmalar da uçakta ölen onlarca kişilerin yakınlarının başına düştü herhalde.

Bölümün diyaloğu: “Baba sözüne nasıl karşı duracağım? Cahil cahil konuşma,” – Allah ıslah etsin sizi.

Sonuç: Çocuk oyuncu beklediğimden iyi çıktı. Sinir bozuculuk dozunu tutturmuş.


2. Hikaye: Beni Mezarıma Götür

Teyzenin ölümle ilgili düşüncelerini paylaşıyorum. Bakarsın aynısını ben de yaparım.

İkinci bölüm de bir yaşlı olayı. Yalnız, evlenmemiş ve kimsesi olmayan ve ismini cismini resimde gördüğümüz bir kadın ölmeden önce kendisine 20.000 TL’lik mezar yaptırmış. Taksicinin tekiyle de mezarını görmeye gidiyor. Buraya kadar tamam aslında. Hikaye buradan sonra başlıyor zaten.

Bizim Nigar Teyze normal ve aklı başında bir insanın hayatta yapmayacağı boşboğazlık yaparak binlerce lirasını evinde sakladığını mezar başındayken ilk kez gördüğü taksiciye söylüyor. Adamı eve de bıraktırdığı için bizim kötü niyetli taksici akşamında evin içinde bitiyor. Parayı ararken bizim teyze uyanınca ve paraları vermeyi reddince boğazını fazla sıkmak suretiyle kadını öldürüveriyor de üstelik. Bu sayede de başına olmadık, normalden çok daha fazla bela açıyor. Üstelik öğlen eve geldiğinde komşu kendisini gördüğü için kadının cesedi de yanına alarak evden öylece ayrılıyor.

Şu noktada Ali’nin ‘hiç polisiye izlemiyor mu acaba’sına girmeyeceğim ve devam edeceğim. Girersem çıkamam. Sadece salak bu çocuk diyorum. Neyse, efendim cesetten kurtulduktan sonra taksiyi gece kulübünün tekine sürüp kendini içkiye veriyor. Ama ne olsun? Teyze karşısına çıkıp “Beni mezarıma götür!” diye adamın başının etini yemeye ve delirtme noktasına sürüklemeye başlıyor. Sonunda da dayanamayıp kadını alıp mezara götürdü bizim Ali.

Kadının hayali, para mezarda demişti. Bir de hatırlarsanız hikayenin başında kadının yanındaki mezarın adında onlar anlamasa bile Ali Yamak yazdığını biz görmüştük. Kim bilmiyorum ama bir doğruluk mesajı verircesine bizim Ali mezarda paraları bulduktan sonra kafasına Azrail’den küreği yiyerek öteki dünyayı boyladı. Mezar taşında da bölümün yayınlandığı 17 Nisan 2014’ün yazdığı bir mezarla hak yerini bulmuş oldu. Daha ne denebilir ki?

Bölümün Diyaloğu: Beden mezarına kavuşmadan huzuruna kavuşmaz.

Sonuç: İkinci bölümün hikayesi bana göre ilkinden daha iyiydi. Seviyeyi ‘en azından’ buna yakın tutabilirlerse daha iyi olur.
Devamını oku ...

The Vampire Diaries 5x15: Aslında çok da mantıklı


Her güzel şeyin bir sonu varmış.
Bu hafta The Vampire Diaries’i beşinci sezonun 15. bölümüyle karşımızda bulmuş olduk ve sezonun üçte ikisi artık bitiverdi. Açıkçası dizinin reytingleri iyi olsa da yeni sezon onayının olduğunu bilerek izlemesi daha iyi oluyormuş, ben onu fark ettim. Ayrıca güzel olduğunu düşündüğüm bölümün ben bu yazıyı yazarkenki IMDB puanı 9.6, onu da belirtmiş olayım. Elbette bu böyle kalmayıp ileride düşecektir ama ilk intibanın güzel olduğu da bir gerçek yani. Neyse, geleyim ben bölüme:

Not: The Vampire Diaries yine, bir haftalığına da olsa ara veriyor. Yeni bölüm 20 Mart Perşembe günü yayınlanacak. Haberiniz olsun.

Not 2: Geçen yazıda dizinin Stefan’ı Paul Wesley’in sezonun 18. bölümünü yöneteceğini yazmıştım. Anlaşılan bu olay tahmin ettiğimden de çabuk gerçekleşmiş, zira Paul Twitter hesabından yaptığı açıklamada bölümün çekimlerini bitirdiğini açıkladı. Bu da demek ki aynı zamanda üç bölüm kadar yedekli de gidiyorlar.


Gerçeğin ortaya çıkma zamanı gelmişti artık.

Katherine Pierce çok şey olabilir ama aptal değil.

Geçen bölümde diziyi Stefan ve Caroline’ın kafa kafaya verip Elena’nın aslında Katherine olduğunu anlamasıyla kapatmıştık. Nihayet ortaya çıkması beklenen gerçek ortaya çıktı. Sonrasından her daim korksam da daha fazla uzaması bir kısır döngüye neden olabileceği için yerinde olduğunu düşündüğüm bir gelişme oldu. Bundan sonrası için de en azından ilk aşamada sürpriz bir şekilde ilerlendiğini söyleyemeyiz bence.

Dizide Katherine’i Elena’nın içinden çıkarmak için hazırlanan plan devreye girdi, Gregor’u Matt’in içinden çıkarmak için kullanılan bıçak yeniden ortaya çıktı ve geriye tarifin tek malzemesi eksik kaldı: Katherine. Bu da tahmin edersiniz ki hiç kolay olmadı. Katherine’in başının zaten kalabalık olması da hiçbir şeyi kolaylaştırmadı. Herkesin saçma bahanelerle arayıp çağırmasından hiçbir şey yokken bile şüphelenilirdi zaten, ki Katherine üstüne Damon ile telefonda laf oyununa girerek başka türlü de öğrendi. Gerisi malumunuz zaten.

Atlanmaması gereken nokta 1: Tyler. Aslında atlayabilsek güzel olurdu da hayat izin vermiyor işte. Faydasız çocuk sinirlerine hakim olamayıp Damon’ın hücreden kaçmasına neden oldu resmen. O da gitti –bak bu konuda sitem edemem- nihayet Wes’i öldürdü. Dünyadan da bir manyak eksilmiş oldu. Ayrıca Damon o sırada bir noktaya da güzel parmak bastı: Bu çocuk ne işe yarıyor hala? Aile yok, bir işe yarama yok. Caroline desek kıza papağan gibi “Ama sen annemin katiliyle yattın.” deyip duruyor.

Bazı konularda ben de midesizimdir ama bunu sineye çekmeye kalkarsa nasıl becerir vallahi merak ediyorum. Caroline’dan da bu bölümde ağzının payını aldı üstelik. Eee? Bari bir işe yarasın.

Ne arayışmış be kızım seninki de! Duygularım olsa duygulanacağım.

Bu bölümün temelini Elena’yı geri getirmek oluştursa da Nadia Petrova’yı es geçmek olmaz bence. Diziye girdiğinden beridir şımarık, biraz dırdırcı, hatta biraz da gereksiz bir karakter olarak görsem de bu bölüm ölüme doğru yavaş yavaş ilerlerken yıllar içinde yaşadıklarını görmesi etkileyiciydi. Katherine’in 500 yıllık amacı nasıl Klaus’tan kaçmak ve ne olursa olsun hayatta kalmaksa, Nadia’nın amacı da onu bulmaktı. Sonunda başardı ama bu dizinin genel konsepti mutlu sonlara pek izin vermediğinden dolayı tez kaybetti.

Katherine’in de dediği gibi Nadia onu gerçekten seven tek kişiydi. Stefan demeyin, o gerçek kavramını tam olarak karşılamıyor. Üstelik Katherine de sevmişti, çünkü bir başkası için o eve geri dönmeyecek biriyken kızıyla vedalaşabilmek için sonunu bile bile geri döndü. Güzel bir vedalaşmaydı diyebiliriz. En azından o sayıklama sahnelerinin yarattığı etkiyi takdir ettim doğrusu.

Cevabı başından beri belli değil miydi zaten?

Sonrası da Elena’yı geri alma kısmıydı işte. Sizi bilmem de bıçağı saplayanın Stefan olmasına şaşırmadım ben. Bu işin bir anlam ifade edebilmesi için bunu kullanan kişi o olmalıydı.

Atlanmaması gereken nokta 2: Katherine’in veda konuşması. Birkaç bölüm önce (beşinci sezon, on birinci bölüm), Katherine’in Elena’ya geçtiği gece alt katta yine böyle toplanmış olan ahali Katherine’in kendilerine yaptıklarını sıralıyordu. Üstüne Damon olduğu ‘şey’ için de onu suçlamıştı. Ben de hoşuma gittiği için o bölümün yazısında diyalogların toparlamasını yapmıştım hatta. Bu bölümde de Katherine’in ‘cevabını’ izlemiş olduk.

Siz ne dersiniz bilmiyorum ama bence genelde haklıydı. Tabii ki yaşanılanlar hazmetmesi kolay şeyler değildi ama mesela en güzelinden Caroline’ı Caroline yapan şey vampire dönüşmesiydi, ki o da Kath sayesinde oldu. Bir de tartışılır tabii ki ama ben Damon için kullandığı kelimeleri pek bir beğendim.

Velhasıl sonuç: Katherine çıktı, Elena geri döndü. Ama bir farkla…

Katherine gitmeyi, hatta ölüme yürümeyi kabul etti ama kolay biri olmadığını bir kere daha göstermiş oldu. Arkasında Damon gibi, hatta daha tehlikelisinden bir Augustine vampiri –Elena- bırakmak güzel bir intikam yolu. Bundan sonrasında da toparlaması kolay olmayacak bir yük olacak. Daha Damon’ınkini çözememişken üstüne Elena geldi. Hayırlısı olsun. Ben geleyim bahsetmek istediğim son şeye:


Onu biliyorum da sen nereye gittin ben onu anlamadım.

Birkaç bölüm kadar önce Katherine’in Elena’nın içine girmesi hengamesi sırasında Bonnie onun ruh halini görmüş ama Kath diğer tarafa gitmeden önce onun içinden geçmemişti. Bu zaten doğal olanı. İşin güzel tarafıysa kimsenin bundan şüphelenmemesi olmuştu zaten. Ben o dönem senaryonun gidişi için göz yumulan bir hata olarak değerlendirip geçmiştim açıkçası. Bu bölümde gerçek bir ölüm yaşayınca da eksik kalan bu bölümde yerine getirilmeye çalışıldı. Ama ‘neyse ki’ hiçbir şey yine beklendiği gibi gitmedi.

Dizinin açık ara en sevdiğim karakteri Katherine olduğu için dürüst olmak gerekirse onun ölmesini istemiyorum. Tamam, Damon çatlak olsa da iyi, Caroline ve Matt sevilesi, Stefan makul vs. ama orijinal vampirleri aldıktan sonra dizinin devamını sağlayıp da sezonu götüren Katherine oldu. Bundan sonrası için bir süre haliyle –daha önce de yaşadığımız gibi- olmayacak. Ama açıkçası temelli gittiğine inanmıyorum ben. O sonda olan olay bir karmaşaydı. Bir yere gitti de kim bilir nereye gitti?

Gregor Matt’in içinden çıkarılırken dayanak noktası kavramı henüz diziye gelmemişti. Dolayısıyla başkasının vücudundayken gezginlere ne olduğunu da bilmiyoruz aslında. Katherine’in ilk seferinde Bonnie’ye geçmemesinin nedene bu da olabilir. Kesin bir cevaba vardığımız söylenemez.

Tez zamanda görüşürüz umarım.

Benim aklımı Gezginler ahalisinin bir ara -Katherine insana döndükten sonra içten içe çürürken- onu öldürmek için aramaları da kurcalıyor. Yanlış hatırlamıyorsam o konuya hiç değinmediler. Belki bununla bir ilgisi de vardır. Zaten ben Gezginler en başta Wes’e neden yardım etmeye çalıştılar onu da pek anlamadım. Görünürde onların pek de bir çıkarları yoktu sonuçta. Anlayan varsa beri gelsin, bana da anlatsın yani…

Önümüzde var yedi bölüm. Bir sonraki de gelecek iki hafta kadar sonra. Bu durumda sezon bitmeden bu bölümde açık bıraktıkları noktaları kapatmaları ve bir sonraki bölüm yazısında görüşmek dilekleriyle…
Devamını oku ...