1 Şubat 2014 Cumartesi

The Vampire Diaries 5x08: Augustine Vampiri– No: 21051


“Kimin nazarı değdi, çabuk söylesin.”
The Vampire Diaries’in geçtiğimiz bölümünü Amara-Silas-Qetsiyah üçlüsü arasında devam eden kan davasının bitmesi ve üçünün birden ölmesi ile kapatmıştık. Sonunda emellere ulaşılmış ve Bonnie de dirilmişti. Sonunda ‘içinden geçme’ sürprizini yaptılar ama dediğim gibi, bunların her planının ve fikrinin bir defaultu (kusuru) var.

Dizinin bu bölümü benim açımdan bir çeşit geçiş gibiydi. Sonlara doğru güzelleşti ve ilerisi için daha önce detaylarda yürüttükleri bir hikâyenin kapısını nihayet aralayarak bitirdiler. Ne olduğu malum: Augustine! Başlayalım bakalım:


“Savaş! Savaş! Savaş!”

KATHERINE VE STEFAN
İkisinin bu bölümdeki iletişimleri harikaydı. Silas konusu yüzünden girdiği depresyondan çıkamayan Stefan’ın toparlanmaya giden yolunun Katherine’den geçeceği hiç aklıma gelmezdi. Ben daha çok Elena odaklı bir şeyler düşünmüştüm, ki bu da istemediğim bir şeydi. ‘Delena’ fanlığının dozundan falan da değil; bunların ilişkisinden soğudum bir yandan, sıra Damon’da diğer yandan.

Gerçi üç - dört bölümdür Damon-Elena’nın çevreye koşturmak yüzünden ilişki namına pek bir şey yaşadıkları söylenemez, o ayrı. Neyse, dönelim Stefan’a. “İlk kimleri öldürdün?” ile girdiğimiz yolda Katherine’in onu en azından kendine getirmesi ile ilerleme kaydetmek iyi oldu. Umarım daha da toplanır. (Geçen sene bunun yarısını ancak söylerdim ben ona, ya vicdanım genişledi ya da başka bir şey oldu.)


“Elveda!”


“Hayırdır nereye?”

Bunun geri dönüşü ise Katherine’in sonunda patlamasının toparlanması ile oldu. Harika da oldu. Ben diyorum işte, öldürmeyen Allah öldürmüyor. Katherine’in ölüme saat kulesinden ters atlayarak gitmesi bile güzel değil miydi? Stefan’ın onu tutacağı belliydi gerçi. Sonunda da “Sen Katherine Pierce’sin. Halledersin,” dedi, ki bölümün en sevdiğim diyaloğu da buydu. Üstelik Katherine ölüme doğru gittiğinden de ilk kez ona bahsetmiş oldu. İkisinin bu uyumundan hoşlanmanın hakkım olduğunu düşünüyorum.

(# Bu noktada Ek 1: Bölümü malum internt sitesinden izlediyseniz oradaki çevirmen ‘Suck it Up’ terimini ‘Kabullen’ olarak çevirmiş ama aslında ‘Dayanırsın/Halledersin’ gibisinden bir anlamı var. Zaten Katherine’in Stefan ile konuştuktan sonra gülümsemesi de bu yüzden.)

(# Ek 2: O cümleyi duyunca aklıma “Sen Katherine Pierce’sin. Aptallık etme!” geldi. Aşk-ı Memnuizleyenler benim ne demek istediğimi anlamışlardır. Al Bihter’i, vur Katherine’e sonuçta.)


“Jesse’yi harcadılar Matmazel.”

CAROLINE VE JESSE
Bir daha bu kızın çevresindekileri potansiyel erkek arkadaş adayı olarak görürsem ne olayım! Maşallah ertesi güne sağ çıkmıyorlar. Normalde bizimkilere olsa daima kalplerinin bir cm soluna-sağına saplanan kazık Jesse’de tam yerini buldu. Hem de Elena’nın elinden.

Bence Caroline sonrasında söylediklerinde haklıydı. Hatta bölümün başında Damon ile ilgili söylediklerinde de haklıydı. Damon zaten uzun süredir sadece Elena’yı ve ciddi durumlarda Stefan’ı önemsediğinden geri kalanları çok rahat gözden çıkarabilen biri. Jeremy, Bonnie ve Caroline’ın her birini bir kez öldürme girişimi oldu zaten. Özünde iyi biri olduğu ayrı bir gerçek ama zaten dizilerdeki bütün kötü karakterler aslında içlerinde iyiler, yeni bir haber değil.


“Sen benim hoşlandığım adamı öldürdün!”

“Ama sadece benim aşklarım önemli.”

Elena da gittikçe Damon’laşmaya başladı. Sanki birbirlerinden başkası olmayan kişiler gibiler. Eskiden olsa en azından Jesse’nin boynunu falan kırıp bir yere tıkarlar, durum için bir yol ararlardı. Öldürmek de son çare olurdu. Artık o bile yok.

DAMON VE AUGUSTINE:
Bu bölümün şaşırtıcı bir tarafı varsa o da sonuydu tabii ki. Çatlak Doktor Maxfield’in vampir kanıyla beslenen vampir projesiyle insanlığı kurtarmak istemesi şaşılmayacak gibi değil. Herifin kafa iyi çalışıyormuş. Bu zamana kadar vampirler için kurulan planlar arasında ‘onların kendi kendini içten yok etmesi’ yoktu. Olmuş oldu.

“Kendimi iyi hissetmiyorum.”

Bunun bedeli de en sonunda Jesse’nin hayatı oldu. Peki Damon’ın eskiden bir Augustine deneği olması? Eline geçirdiği virüsleri teker teker adama enjekte etmekten eğlenirken WTF ?! dediğimiz durumlardan birinin içine düştük. Gerçi tabii ki Damon’ın boş boğazlığının da bunda etkisi var. Torbadaki numaranın konusunu açmasa ya da içinde tutsa belki bu olmazdı. “Diziye hareket lazım.” kuralı gereği çok sorgulamayayım diyorum. Peki, bundan sonra?

Daha yeni depresyondan çıkmaya başlayan Stefan? Yanında Damon yokluğunu çabuk kavrayacağını düşündüğüm Elena? Duruma göre diğer eküriler? Toplu bir kurtarma timiyle kurtarma görebiliriz. Stefan yaşanılanlardan sonra bunu başta reddedip sonra dayanamayıp içine de girebilir. Yakında anlarız.


“Damon Salvatore – 21051 nolu Augustine deneği”

MATT, BONNIE VE AARON
Geçen bölümde Matt’in artık görünmesi ve içindekinden kurtulmasını istemiştim. Sağ olsunlar, çabuk duydular. Üstelik bunun da yolu Katherine’den geçti. Hem de görmekten nedense zevk aldığım bir anne-kız kavgası ile. İyi oldu. En azından özüne döndü çocuk.

“Hoş olmamış mı böyle de?”

Tabii bunun içinden de ‘Gezginlerin Katherine’i bilinmeyen bir nedenle öldürmek istemesi’ çıktı. Bir sorundan kurtulmak isterlerken bir başkasına tutulmuş oldular. Katherine’in başında az bela vardı, bir tane daha oldu. Bunca dramın ortasında yaşlanarak ölürken Gezginler’den mi kaçsın yoksa kendini mi kurtarmaya baksın?

Yine geçen bölümde Katherine’in eski haline dönmesi için bir yolun da zor bile olsa Bonnie’den geçebileceğinden bahsetmiştim. Dayanak noktası olurken bir yandan da cadı olabileceğini hangi aklımla düşündüysem? Bir de “Buna değer!” diyerek durumunu kabullenme eğilimi içinde girdi. O yaşlı kadın gibi içinden beş tane daha geçince bakalım nasıl olacak. Ayrıca bizimkilerin “I have an idea!” (Bir fikrim var!) temasının temelinin %80’i cadılık yeteneklerine bağlı oluyor. Bonnie ve Qetsiyah’tan sonra etrafta cadı kalmadı.


“Sanki bir dirilme gelmiş bu kıza. Saçlar da yakışmış hem.”


“Ben hata kodu vermiş durumdayım.”

(Jeremy-Bonnie konusunda bu bölümde olanları gözüm niyeyse yadırgadı. Bir hazmedeyim, döneceğim! Jeremy küçük çocuk gibi görünüyor galiba gözümde. Halbuki oynayan benden büyük.)

Ben hala ne işe yaradığını pek bilemediğim Aaron’ın Doktor’un oğlu olduğunu düşünmüştüm; vasisi çıktı. Böyle manyak bir vasiyle temiz yüzlü bu çocuk nasıl olmuş anlamadım ki ben. Hala hikâyesine girmelerini bekliyorum, umarım bir sonraki bölüme… Bu arada haftaya yeni bölüm yok, dizi Şükran Günü nedeniyle bir haftalık tatile girmiş durumda. Bundan sonraki cevaplar Amerika’ya göre 5 Aralık’ta… İyi beklemeler.
Devamını oku ...

The Vampire Diaries 5x07: ‘Gerçek Aşk’ Kazandı


“Birazdan benden çekeceğiniz var da haberiniz yok.”
The Vampire Diaries’in geçtiğimiz bölümünü Stefan’ın bıçaklamak suretiyle kızdırdığı Qetsiyah’ın onun anılarını geri getirmesiyle kapatmıştık. Bonnie’yi geri getirme mücadelesi devam etti; Katherine de içten içe çürüyordu.

Öncelikle:

Paul Wesley’in bu bölümün başındaki Silas aksanı bir benim dikkatimi çekmiş olamaz değil mi? Neydi o konuşma öyle? Bu adam Stefan’ken niye böyle konuşmuyordu diye sorgulattılar resmen.

İngiliz milleti yüzünden zaten aksan manyağı oldum olmasına da harbiden burasının maşallahı vardı bu bölüm. Bunun bir benzerini Steven R. McQueen’de (Jeremy) de yaşadıydım daha önce. Sen git onlarca bölümde düz bir dille oyna, sonra aksana geç/aksanlı oyunculuk taklidi yap. Böylesi şeyleri sahalarda daha çok görmek istiyorum.

Beş sezondur “I have an idea,” (Bir fikrim var) diye diye beynimi yedi resmen bu dizi. Gerekirse ölüyü dirilitiyorlar ama sonunda istediklerini olduruyorlar. Elena’nın “I can’t, I can’t!” lerine döndük. Bir de her buldukları şeyin ilerisi için bir defaultu (kusuru) var, o da ayrı. Sonunuz hayrolsun sizin… (Bu arada bunları diyorum ama dizinin reytingleri şahane gidiyor.)


“Neye mal olursa olsun!”

AMARA/SILAS/QUETSIYAH
Geçen bölüm bu üçlünün hikâyesinin biraz uzamaya başladığından bahsetmiştim. Galiba duydular ki tek bölümde bütün hikâyeyi toplayıp bitirdiler. Sonunda ne oldu? Üçü birden ölüverdi. Bitirmekten anladıkları da bu oldu. Kötü müydü? Yok be.

Daha önce “Amara hala yaşadığına göre Silas ve ikisi artık kavuşabilirler. Bu ikisi yaşıyorlarsa daha plan niye?” gibisinden bir şey demiştim. Silas bundan değil de görsel ikizlerin mutlaka kavuşması temasından yola çıkarak bozdu planı ama olsun, yine benim dediğime geldiler sayılır. Tabii adam “Amara ölmeli,” diyerek onunla diğer tarafta kavuşmayı planladı, o tamamen başka konu.

Bunlar da gidip dayanak noktasını Bonnie’ye çevirme ile istediklerini etme yoluna giriştiler. Bir önceki yazıda “Bu diziyi izliyorsanız siz de biliyorsunuzdur, bu dirilme işi elbet olur,” da demiştim. Oldu. Genelde ölen bir kişinin tamamen ölmesi ve geri dönmemesi taraftarı bir dizi izlerimdir. The Vampire Diaries, Alaric/Jeremy ve şimdilerde Matt’in taktığı yüzükle, Katherine’in tüm kanı çekilmesine rağmen geri dönmesi ile daha önce geçtikleri sınırı 3. kez geçince yadırgamadı sevgili bünyem.


“Başına gelecekleri bilsen döner miydin acaba?”

Yalnız “Diğer tarafa giden her varlık içinden geçecek” de ağır bir bedel oldu. Bonnie’yi ne kadar sevdiğim meçhul ama bu kadarı benim açımdan bile fazla…

Gerçek Aşk Kazandı: Sizi bilmiyorum ama ben sonunda Qetsiyah’ın kazanmasından zevk aldım. 2000 yıl boyunca tek bir amaç için uğraşan, didinen, uğrunda her şeyi göze alan ‘böylesi’ bir kadın kazanmalıydı da. Belki de aşk konusunda duygusuz biriyimdir. Ama kadın her şey bittikten sonra kendini de öldürdü; bu sayede de Katherine konusu bir kere daha havada kaldı ama yine de kendisine kızamıyorum.

Geçen bölümlerdeki ‘pembe dizi’ yakıştırmasından sonra “Uğraşsak sitcom olur,” tarzı söyleyişine de yine bayıldım. Kadının haklılık payı yok değil, kabul edelim. “Benzinin beş litresinin üç dolardan fazla tuttuğunu biliyor muydun? Bu birçok insanı ilgilendiren bir sorun gibi,” diyen Silas’ı da bizim buralara bir davet etmek lazımdı ama öldü gitti işte...


“Sonunda ölüm bile olsa önce gerçek aşk kazandı.”

STEPHAN
Galiba dizi tarihinde ilk kez acıdım ona. Ripper dönemindeyken kendine hakim olmaya çalışırken ya da kasanın içinden kurtulmaya çalışırken değil, tam şimdiki durumuna… Silas’ı öldürmeyi kafasına koyup başarabilmesi bile yetmedi garibime. ‘Acıların çocuğu’ temasının dozunu abartmadan işlerlerse güzel bir gidişat çıkabilir bundan.

KATHERINE
Geçen bölümde Katherine’i içten çürüyor bırakmıştık. Bölümün başlarında anladık ki 500 seneden sonra insan olunca hızlı yaşlanma etkisi gösteriyormuş. Kalmış geriye birkaç ay… Tam Qetsiyah konusu ile durum hallolacak derken o da yattı. Hatta o da bunun etkisiyle kızı Nadia’ya kaba tabirle postayı koyup bir çeşit sepetledi. O an Nadia’nın bakışlar süperdi.


“Ama anne ”

Daha önce takmaz gibi görünse de bağ kurmak istediği annesi tarafından reddedilmek ağır geldi. Muhtemelen ortadan yok olmayacak; hatta Katherine’in durumunu da zamanı gelmeden öğrenip duruma burnunu da sokacak. Bakalım… Artık Katherine nasıl kurtulacaksa? Belki Bonnie’nin dönüşüyle ama onun Jeremy’yi öldürmüşken böyle bir iyilik yapması için gerçekten güçlü bir neden yaratmaları lazım.

Belki de başka şekilde hallederler ama umarım hallederler. Söz, nasılını fazla kurcalamayacağım! Tekrar diyorum: Matt ve Katherine ölmesin. Ben hazır değilim.


“I don’t wanna DIE!” (Ölmek istemiyorum)

TYLER VE MATT
“Beni ondan nefret ettiğinden daha çok sev,” diyen Caroline’ı arkasında bırakan sayın Tyler Lockwood tahmin ettiğiniz üzere Klaus’un peşinden The Originals’ın diyarı New Orleans’a geçişini yaptı. Ne kadar olacağı belli olmasa da bir süre orada kalacağı belli oldu. O diziyi izlemeyen için spoiler vermeden şunu söyleyeyim: Niye kimse kıyamıyor bu çocuğu öldürmeye?! Bir de Marcel’in kafasına gök taşı düşsün. Amen.

İki bölümdür de Matt ortada yok. Bozulma olayını geçtim de çocuğun içine soktular birini, kalakaldı öyle. Artık şeytan çıkartmayla mı çıkarırlar, yoksa başka şekilde mi bilemiyorum , o konuya da bir değinelim artık. Zaten hazır Bonnie de geri döndüğüne göre hallolur o da bir şekilde.


“Çok şey mi istiyorum? Siz söyleyin…”

KLAUS
Bir de haber vereyim: Tyler’ın diğer tarafa gitmesinden sonra Klaus’ da The Vampire Diaries’i ziyarete geliyor! Hayır, dalga geçmiyorum. Hangi bölümde, nasıl ve neden geleceği bile belli değil ama dizinin yapım şirketi internet sitesinde açıklamayı yapmış durumda. Yüksek ihtimalle de bir bölümlüğüne. 11. bölüm dizinin 100. bölümü olacağından ihtimallerin yakın olduğu bir bölüm.

Bakalım nasıl bir dönüş olacak? Bir Caroline sahnesi olacak mı? (Bunu yapan onu da yapar herhalde…) Hadi kolay gelsin…
Devamını oku ...

The Blacklist 1x08: Babalara denk geldik…


“(No:109) – General Ludd”
Ekranın zannımca güzel giden dizisi The Blacklist, yolunda emin adımlarla ilerlemeye devam ediyor. Zaten aldığı reytingler de bunun bir çeşit tescili. Bunun göstergesi bölümlerden birisi de 7. bölümdü. Bu seferki liste mensubumuz 109 numaralı General Ludd olarak karışımıza çıktı. Kendisini Weeds izleyenlerin kesinlikle hatırlayacağı Justin Kirk canlandırdı ve başarılı, en azından bölüme yeten bir performansı vardı.

(Bu adamın kötü rollere gittiğini düşünürdüm zaten ama sarı saçlı bir kötü karaktere daha bir güzel oturuyormuş. Siyahın yanında arada bunu da denemeli.)

Dizinin bölüm girişini başarılı bir şekilde yaptılar. Kargo uçağının parça parça düşmesi ve bir aileyi yok etmesi, hiç değilse tarz olarak güzeldi. Gerçi ileride bir noktada, düşürmeyi becerdiler dediğim uçağı yakmayı pek beceremediler; ama bu pek takıldığım bir nokta olmadı. Çünkü tutup da gerçek bir uçağı yakacak halleri olmadığından, bir bilgisayarla olduğu kadar artık…

Bölüme güzel dedim ama geçen bölümden sonra bu biraz daha düşük olan bir bölümdü bana kalırsa. Ben bu yazıyı yazarken de bölümün IMDB’si 7.8’de. Ama belli noktalarla da çıkışını sağlayabildi. Bunlara sırayla değinirsek:


“Bir Gezi Parkı eylemcisi değilsiniz işte”

++ Geniş bir hareketin öncüsü Nathaniel Wolff meğersem kimlik değiştirmiş çıktı. Suratını değiştirmiş estetikle. Buraya kadar tamam. Red ve Liz’in, onun şimdi kullandığı ismi ve cismini bulmak için gittikleri estetikçide, Elizabeth’in FBI ajanıyım demesi de, sonradan Red hamlesiyle işin meğersem dalavereymişçesine bir oyuna dönüşmesi? Bu sahnelerdeki oyunculuk ve eğlendirme? Takdire şayandı. 12 points go to James Spader!

Ya bir de Red’in her işten bir şekilde kendisinin de karlı çıkması, sizin de hoşunuza gitmiyor mu? Adam para filigramlarının sahte olduğunu anladı, yetmedi gerçekleriyle kendisine para bastı?! Öeaah!

++ “Baban iyi değilmiş?”le girdiğimiz konu, meğersem Liz’i evlatlık olarak büyüten babanın Red ile tanışıklığıyla devam etti. Hadi buna da tamam. Reddington , 6 haftalık ömrü kaldığını öğrenince Liz’e söyleyelim artık dediği için yastıkla boğdu adamı. Senaryonun gittiği yer burasıydı ama olmayaydı iyiydi. Tabii buradan nihayet kesinleştirdik ki, Red Elizabeth’in babasıymış.

“Babalara denk geldik.”

Bölümün sonunda da yine olan bitenle ilgili dertleşme işini Red’le yaptı. Allah dizi finalinden önce kavuştursun, ne diyeyim Tom ve Red: Konuşmaları harika değil miydi? Bana bariz Ohaa! dedirtti. Daha öncesinde baba olduğunu anlamasaydık bile o konuşmayla anlaşılırdı. İlk başta Tom’un Red’i tanımadığını düşünmüştüm de Red’in soğukkanlılıkla yaptığı uyarı konuşmasından sonraki bakışlarından bir şeyler belli olur gibiydi. Dediğim gibi adamın çifte ajanlığından ben de baya şüpheleniyorum da ‘suçu kanıtlanana kadar suçsuzdur’ ilkesinden dolayı Red’in kayıtsız şartsız arkasında olamıyorum. Daha doğrusu kıyamıyorum galiba. Adam bildiğin sempatik yahu. Ama şunu da diyeyim:

Bu adam sadece bir dördüncü sınıf öğretmeni olamaz!


“Seni ben var ya...”


“O boş beyaz kağıtlar ne öyle?”

-- İki - üç bölüm kadar önce Liz’i oynayan Megan Boone’ın saçları kısa olduğu için peruk kullandığından ve ben gibi birinin bunu fark edebildiğinden bahsetmiştim. Bu bölüm de bu tarz bir şey dikkatimi çekti: Paralar! Kamyondaki 500 milyon dolar patlayıp da etrafa saçılınca paraların boş beyaz kağıt olduğu çok belli oldu. Bari kameranın kadrajındakilere sahtesinden yerleştireydiniz ya da bilgisayarla falan halledeydiniz de o beyazlar batmayaydı. Sevgiler…

** Liste adamının Yahnici olduğu bölümde Red adamın kurbanlarının fotoğraflarından birisini almıştı. Şimdi de Vicap kullanarak Lucy Brooks ismini arattı. İkisinin benzer kişiler olduğundan emin değilim. Pek öyle gelmedi ama belki de bağlantılılardır. Her türlü ‘?’ olarak bekleyen bazı sorular var. Öğrenmek konusunda merak ettirici detaylar bırakıyorlar.

“Bir sen eksiktin zaten, Lucy Brooks”

** Gelecek bölümün fragmanı harika değil miydi? Ben genelde fragman izlememeye çalışıyorum ama bununki bölümün sonuna monte edilmişti. ‘Red’in bu sefer avlanacağı’ temalı ya da buna yakın bir bölüm olacağının ipucunu verdiler. Bu da diziye başka bir yön çizme bakımından güzel bir adım olabilir. Bekliyorum efendim… Size de iyi beklemeler. Tabii:

** The Blacklist’in haftaya Pazartesi yeni bölümü yok. Kanal reyting makinesi The Voice için onun yerine bu seferlik 1 saatlik özel bir program yayınlayacak. The Blacklist de sekizinci bölümüyle 25 Kasım’da yayında olacak. Daha çokça bir süre iyi beklemeler…
Devamını oku ...

The Blacklist 1x07: Çok özel bir yaratık


“(No:47) – Frederick Barnes”
Sezonun geçtiğimiz gayet güzel bölümünden sonra The Blacklist temposu gayet iyi, neredeyse onun kadar iyi bir bölümle geri döndü. Geçtiğimiz bölüm karakterler arası ilişkilerle kendine çekivermişken, bu bölüm de, bölümün liste adamıyla turnayı gözünden vurdu. Kendisini, yani 47 numaralı Frederick Barnes’ı House izleyenlerin gayet iyi tanıdığı Robert Sean Leonard canlandırmış durumda.

Ayrıca Dexter izleyenlerin Batista olarak gayet iyi tanıdığı David Zayas da konuk olarak kendisini gösterdi. Öncelikle:

** Geçtiğimiz bölümde, dizi/film tarihinin ‘zararsız’ bomba çeşidi nükleer bombayı kullanmışlardı. Bunda da bir alt versiyon biyolojik saldırıyı seçivermişler. Başta biraz ucuz bulmuştum ama ‘Kurz hastalığı’ gibi nadir bulunan bir hastalık seçmeleriyle toparlayabildiler. Gerçi bunu beşinci bölümde ‘Nöropati’ ile de denemişlerdi ama bu noktası gözüme batmadı.

** Batanı da şu oldu: Frederick adliye binasına elindeki o çantayla çok rahat girdi, bırakıp da kayboldu gibi sanki. Biraz daha zorlasalar iyi olurdu. Ayrıca adam ilk panzehir denemesinde hemen çocuğuna koştu. Hiç değilse az daha sarkıtıp biri üstünde deney yaparak kesin bir yargıya varamaz mıydı? Ölüm konusunda henüz acelesi yoktu nasılsa.

(Bölümün süresine olay örgüsünü yerleştirmek amaçlı, bu ikincisini görmezden rahatlıkla geldiğim doğrudur)

Bölüme girersek:


“Sanırsın gökten inmiş melek...”

** Frederick Barnes, Red’in dediği derecede ‘özel bir yaratık’mış. Bölümün başında, niye kameralara kendini gösterecek kadar rahat ki bu diye sorgulattı ama hikâyesi açıldıkça kendini sevdirdi. Oğlunun hastalığına dikkat çekmek için biyolojik silah yaratarak toplu ölümler yapmak? Eşi görülmemiş birşey değil ama kabul edelim, güzel işlediler.

‘Saldırı ve deney’ ikilisini birarada yürüten manyak her zaman çıkmaz sonuçta. Genetik bağışıklığa sahip birinden panzehir? Oldu canım… Sonuçta istediğine de ulaşmış oldu. Ama ben bir anlık da olsa, adliye saldırısı sırasında başarısız olabileceğine, daha doğrusu polisin başarılı olabileceğine inandıydım; olamadı. Meğerse amaç başkaymış işte.

** Bu bölümü insana sevdiren noktalardan birisinin de, konulara dair sahip olduğu diyaloglar olduğunu düşünüyorum. 6 bölüm içinde ilk kez bu kadar dikkatimi çektiğine göre var galiba bir şey.

“Olacağı varmış.”

Donald Ressler tartışmalı bir karakter, malum. Spreyi mi jölesi mi daha fazla kaçmış belli değil, teli kıpırdamayan saçlı haliyle ettiği lafın hakkı vardı. O adam daha fazlasını öldürdüğü takdirde, ki panzehiri bulana kadar deneyecekti, bunun yükü Lizzy’de olurdu. Kaldırılması zor bir yük…

Sonunda Lizzy de bunun üstüne giderek ikinci seferde adamı temizledi. Hem de aynı cümleyi kurarak. Panzehir her türlü kurtarıldığından dolayı en nihayetinde denenebilir çocuğun üstünde. Gerçi ben merak da etmedim değil. Ayrıyeten bu aşamada itiraf etmem gereken birşey de var:

Benim ‘Onu savunmuyorum ama anlıyorum’ diye bir çeşit mottom var, özellikle de dizilerde. Cercei Lannister (GoT), Jessica Pearson (Suits) ya da Victoria Grayson (Revenge) en geçerli örneklerim hatta. Frederick de, her ne kadar kitle cinayetini haklı çıkaracak birşey yapmadıysa da kendince haklı bir amaç için sınırları zorlayan bir işe kalkıştı. Red’in de Liz’e dediği gibi: “Eğer bir adam önemsediği tek bir kişi için tüm dünyayı yakıp yıkmayı göze alıyorsa ben o adamı anlarım.”

“Geçmiş geçmişte kalmıyor işte.”

** Gelelim eve… Evin, Red’in bir zamanlar ailesiyle yaşadığı ev olduğunu söylediler: “Ben ailemi bu evde büyüttüm. Ama burası eskisi gibi değil. Her günümü burada olanları unutmaya harcıyorum”… Adamın gördüğü küçük kız da bu yönde bir dokundurmaydı. Daha önce sadece ailesini terk ettiğini söylemişlerdi. İşte tam da bu noktada azıcık kıllanmaya başladım.

Böylesi, insana zevkle kendini izleten bir dizi, sanki Liz’in Red’in kızı olduğunun fazla üstünde duruyor gibi. Sırf bu yüzden Liz-Red-Baba üçgenin aslında başka şeyler de içerdiğini, hatta üçgen bile olamayacağını düşündüğüm zamanlar oluyor. Ayrıca Yahnici’nin listesinden aldığı resmin de aynı şekilde bağlantısı olabilir. Adam gitti bir de patlattı zaten evi...

“Umarım ‘Durun, siz kardeşsiniz!’ olmaz sonunda”

** Yazıyı bitirmeden önce olağan Tom yorumumu da yapayım: Bu adam sadece dördüncü sınıf öğretmeni falan değil! Belki çok suçlu değil, işin içinde aklımıza bile gelmeyecek şeyler de olabilir, ama kesinlikle bir bit yeniği var. Bölüm sonundaki o güzel romantiklik de niyeyse nem kaptırdı işte… Tahminim sezon finaline ya da olacaksa sezon arasına doğru bir şeylerin açığa çıkacağı ama hafif-hafif girseler de fena olmaz hani…

** Son olarak bölümün ‘söylemezsem çatlarım’ını da içimden çıkarayım. Bölümdeki diyalog bazlı reklam sizin de dikkatinizi çekti, değil mi? Tek takıntılı ben değilimdir umarım:

+ Biz de mağazaya gidip Ike’ı almıştık. –Doğru, lamba. + Hatırlasana, adının sonundaki “A” silinmişti. Zavallı Ike çöpe gidecekti.

Keyifli The Blacklist izlemeler efendim…


“Bu kadar anlattıkları lambayı, sevişmeye başlayınca mundar ettiler. Bari bozmamış olsalar. Sonuçta ‘manevi’ değeri var.”
Devamını oku ...

The Blacklist 1x06: Sütlü çikolata bir Ataşe


“Böyle bakan adamdan ne çıkabilir ki?”
The Blacklist, 1x06 ile yine harika bir şekilde izleyicilerin karşısına geldi ve çıtasını daha da yükseltti. Önceki bölümün kilit bir bölüm olduğunu savunuyordum ama o kilitse bu kapının kendisi oluyor herhalde. IMDB’deki bölüm puanı ben bu yazıyı yazarken 8.5’ta, ki yerinde bir değerlendirme gibi duruyor. En azından 8 kesin çıkar. Çok hızlı da bir bölümdü zaten.

Bölümün derinine tam olarak girmeden gözüme takılan bazı şeylerden bahsetmek istiyorum:

** Niye nükleer bomba? Koca dizi-film tarihinde patlatılamayan bomba çeşidini buraya da sokuverdiler. Sonunda olan oldu, patlatsalar bile yine kimseye bir halt olmadı. Olan deniz suyuna oldu. Bir de bu nimet gibi Gina’ya ayrıcalık teklif ettiler. Olur da Greenpeace’e katılırsam böyle detaylar yüzünden zaten…

** O ataşe bey neydi öyle? Bende olmayan birşey varsa o da Müslüman ve Türklere bulaşmayın takıntısı. Hatta bu durumun en muzdaripi Homeland’i de bayıla bayıla izliyorum. Ama şu adamlar Türk deyince sütlü kahve yerine daha açık ten birini bulsalarmış iyiymiş. Zaten adamın ismi de Türk’e benzemiyordu. Nasıl ataşe olmuş merak edilesi. Ben mi fazla irdeliyorum, bir yerlerde hata mı yapıyorum, o kadarını bilemeyeceğim…


Revenge’deki Amanda = The Blacklist’teki Gina

Konuya dönelim: Bölümün liste mensubu, Revenge izleyenlerin gayet iyi tanıdığı Margarita Levieva’nın canlandırdığı Gina Zanetakos (No: 152) oldu.

Bu zamana kadarki liste avı içindeki kişileri düşünürsek en makul olanı buydu. Kadın ya da erkek, yaşlı veya çirkin birilerini görmektense böylesi daha iyi. Gerçi fonksiyon olarak bir Yahnici kadar olmadı. Gina özellikle dizinin ana karakterlerine yaradı ama olsun; böylesi de güzeldi. Kadın ve içindeki komplo zekiceydi.

En azından, basit versiyon bir bomba yerine ‘Bomba arabanın kendisi’ yaptılar. Bölümün en sevdiğim diyaloğuysa “Çünkü o Tom’un sevgilisi,”ydi. Tom’dan ne çıkacak diye merak ederken adamın tabii ki her şeyi inkar etmesiyle klasik bir başlangıç oldu. Ama adam blöf falan da yapmayarak olayı üst merciye taşıdı ve fark yarattı. Başkası olsa belki de kesip atardı. Hatta direkt atardı. Ama sonrasını harika karıştırdılar.

Benim bu işte hala tam çıkaramadığım şey, teşkilatın amacının ne olduğu. Ben Gina’nın etkisiz hale, göğsünden bilerek vurulmayla getirildiğini düşünüyorum. Donald Ressler gibi birisi başka yerinden vurmayla da yapabilirdi. Daha çok susturmak için gibi geldi. Ama bu işe yaramazlığın faydasından çok zararı dokundu: Tom aklandı mı karalandı mı belli değil. Hele güya ihalenin Red’e kalması?!

Bu durumda ben geldim şu noktaya:


“Ama neden? Acaba? Yoksa?...”

Red gibi zekâ küpü bir adam böyle birşeyi yapsa yakalanmaz. Sürekli Tom deyip durmasının altında da gizli bir neden var bence. Zaten Elizabeth’i seçmesinde, baba konumunu göze soksalar da daha fazlası var gibi. Ortadaki oyunun Red’e karşı olduğunu da düşünmeye başladım. Bu da zilyon tane türeyen soruyu getiriyor beraberinde:

- Red gerçekten masum mu değil mi? Ben masum olduğunu düşünerek karşısındaki kişi kimdir onu merak ediyorum. Teşkilat? Bir anda teslim olmaya karar vermesinin ardındaki neden?

- Tom kime çalışıyor, yoksa teşkilat mı kullanıyor onu? Çünkü iş için görüştüğü adam, vurulan kişi çıktı. Bu nasıl oldu? Teşkilat Elizabeth’in ölümü kurcalamasından rahatsızdı. Bu nedenle aklım orada daha çok.

- Teşkilat değilse ve biri işin içine Tom’u da kattıysa, kim? Eğer Tom zaten işin içindeyse bu kadar iyi oyuncu mu bu adam? Birine çalışmıyorsa ne karın ağrısı var bu adamda?

Anlaşıldığı üzere dizinin bölümlerini izlerkenki haletiruhiyem 1x06’nın sonlarına doğru geçen bir diyalog gibi: “Bu kadar basit olamaz”. Bir de şu vardı: “O kadar çok şey oluyor ki tüm bunları nasıl özümseyeceğimi bilemiyorum”. Size de kolay gelsin...
Devamını oku ...

The Blacklist 1x05: Mükemmel olmayan dünyanın mükemmel aracısı


(No: 85) – Kurye
Bölümler ilerledikçe kendini sevdiren ya da en azından kendine alıştırmayı başaran The Blacklist’in artık beşinci bölümünü de geride bırakmış olduk. Bu bölümün liste adamı Kurye (No:85) diye tanıdığımız bir kişi oldu ve Kurye’yi, insan ırkının Prison Break’in ‘T-Bag’’i olarak hafızasına kazıdığı Robert Knepper canlandırınca daha bir ilgi çekti haliyle.

Bölümü öncelikle genel olarak değerlendirirsek IMDB’de ben bu yazıyı yazarkenki puanı 7.6, ben de kendimce değerlendirirsem bu çeşit bir puan veririm gibi duruyor. O çeşitten bir bölüm izledik işte...


'Bu nasıl bir manyaklıktır sayın seyirciler?’

Kurye kod adlı adamın ‘anhidroz etkili nöröpati’sinin olması karakter için harika bir detaydı. Oldum olası acı hissetmeyen insanları daha bir ilginç bulurum. Zaten manyak da oluyorlar genelde. Bu da, taşıyacağı şeyi açılmış yarasının içine koyan türden birşey çıktı. Kaçmak için kullanacağı şeylerine kadar ‘vücudundaki’ bölmelere saklamış.

(Şu noktada bizim Türk dizilerine dalarsak en son böyle bir karakteri Suskunlar dizisindeki Gurur karakterinde görmüştüm. Burası da onu hatırlattı bir nebze. Berk Hakman güzel de canlandırıyordu ve sağlam bir manyaktı.)

‘Bir bu eksikti. Topla toplayabilirsen artık...’

Ama bence bölümün en kilit noktası liste adamının marifetleri değil, Elizabeth’in kocasının olanı biteni anlamasıydı. Bu dizinin sevdiğim yanlarından biri de birşeyleri süründürmemesi zaten. Liz bir süredir sürekli kocasıyla ilgili rüyalar görüp duruyordu malum. Bölüm başında gösterilenlerin aslında rüya olduğu da sanırım anlaşılıyordur; neyse ki izleyiciyi aptal yerine koyarak yapmıyorlar bunu. Bölüm boyu olanlar bu bölümün genel yapısını ara bölüm haline getirdi ve önemli birçok şey bir dahakine kaldı.

Bir de hepsi bir kenara, Elizabeth’in çalıştığı kurum ikisini de gizliden gizliye takip ediyor gibi geliyor. Dolayısıyla bu işin içinde fazlası olduğu ve Tom dürüstçe olanı biteni anlatsa ve açığa çıksa bile -ki ona da inancım olduğu söylenemez- bu işin içinden daha başka şeyler çıkacağını da düşünüyorum.

Naif görünümlü kocadan nasıl bir katil yapısı çıkacak, çıkaracaklar mı o da ayrı dert. Gerçi bilmek istiyor muyum, şu an için muallâk. Ama Elizabeth’in gittikçe çaresizleşerek ve kafası karışık bir şekilde Red’e sığınmasından da zevk aldım. Oyunculuklar haddinden fazla iyiydi. Bölümün sonuyla da yine güzel merak ettirdiler. Bakalım neler çıkaracak gelecek bölüm bize?

“Bu kadar benzerlik bana fazla”

Ayrıca:

Bir önceki giriş yazısında spoiler kullanmadan bir yazı yazacağım derken içimde kalan ya da unuttuğum birşeyler vardı, onları da bu yazıya alayım:

** Birkaç izleyen yorumunda “FBI aşağılaması yapılıyor” diye bir şeyle karşılaştım. FBI güçlü bir kurum olsa da onlardan sürekli her zaman iyi operasyonlar ve harika başarılar beklemek de haksızlık olur. Zaten böyle bir durum olsa bu sefer de reklam yapılıyor suçlaması gelirdi herhalde.

Ayrıca buna siz aşağılanan FBI görmemişsiniz de diyorum. Bir The Following dizisine bakın bakalım neler oluyor… Kevin Bacon ve James Purefoy’un kadrosunda olduğu dizi nasıl ilerledikçe bu hale geldi ben de şaştım kaldım. The Following FBI’ından baya üstte bir durum var burada hala.

“Baba?”

** Red’in Elizabeth’in babası olduğuna fazla mı dikkat çektiler, yoksa ben paranoyakça mı davranıyorum? ‘’Sadece Elizabeth Keen,’’ lafı kulaklarımda dolanıyor arada. Babasını iyi tanıdığı için, verdiği bir sözden vs.’den korumak için diye de düşünmüyor değilim ama ‘Baba’ konusu paranoyakça daha ağır basıyor. Bakalım ne kadar ilerletip de ortaya çıkaracaklar gerçeği?

** Kendisi düzgün bir ailesi olmadan büyüyen bir kadının bebek istemeyip de evlatlık almak istemesi, bunu destekleyen bir de koca bulabilmesi nedense hoşuma giden bir detay oluyor. Klişe bir şekilde işlemiyorlar ne yapıyorlarsa. ‘Hll spr dvm’ dedikleri şeyi yaşıyorum bu konuda.

** Elizabeth’i güzel bir şekilde oynadığını düşündüğüm Megan Boone’un dizide peruk kullandığı hiç dikkatinizi çekti mi? Kadının saçları kısa olduğu için uzatma evresinde bu tarz bir durum var ve ilk kez beşinci bölümde insanın gözüne sokarcasına dikkat ettirdiler. Ben mi fazla dikkat ettim acaba dedim ama yalnız olmadığımı biliyorum.

“Sen kal burada, dönme Homeland’e”

** Benim Homeland’deki Mike karakteriyle sevemediğim Diego Klattenhorff burada kendini mi bulmuş, ben mi onu bulabildim nihayet, bilmiyorcasına gayet memnun bir şekilde izliyorum kendisini. Adama CIA’lik değil de FBI’lık mı lazımmış anlamadım ki kuzum. Ama böyle güzel devam etsin. Koca rolündeki Ryan Eggold’la birlikte bu ikisi karakterlerine güzel yakıştılar.

(Bu arada olur da hiç izlemediyseniz Homeland’e de bir bakıverin. Güzel ve bol ödüllü bir dizi. Bir Claire Danes ve ‘crying face’i (ağlayan surat) var zaten, o her şeye yeter.)

Son olarak: Dizinin sonlarına doğru Elizabeth’in kocasıyla ilgili gerçekleri öğrendiğinde arka fonda çalan müziğe bir bakmanızı tavsiye ederim. Çalan şarkı, Emika’nın seslendirdiği Wicked Game. Ayrıca yine bunun Gemma Hayes versiyonuna da güzeldir.
Devamını oku ...

Cinayet: Bir kurbanın tek istediği vardır: Katilimi bulun!


Zehra Kaya'nin özelliğinin bürosundaki erkek egemenliğine karşı delikanlı, cabbar, gözüpek bir kadın komiser olması. (?)
Ülkemiz televizyonları olarak uyarlama yapmayı seven bir milletiz. Hali hazırda karşımızda Amerikan dizileri RevengeThe O.C. ve Desperate Housewives’ın uyarlamaları İntikamMedCezir veUmutsuz Ev Kadınları’nı da izliyoruz hatta. İşte bunlara bir tanesi daha katıldı.

Bu sefer Danimarka sularına girip Forbrydelsen (2007-2012) adlı üç sezon süren bir polisiyeyi ekrana getirdiler. 2011 yılında Amerikalılar da The Killing adıyla bunu kendilerine uyarladılar ve onun da şu zamana kadar üç sezonu yayınlandı. Dördüncü ve sonuncu da bu yıl içinde gelecek. İki dizi de gayet başarılı oldu; ödüller ve birçok adaylık aldılar. İkisi de ayrı ayrı tavsiyedir.

Neyse, konumuz bu değil. Kanal D ekranlarında dizinin yerlisine de merhaba dedik. Ben de bizimkilerden nasıl bir iş çıkmış merak ettiğimden dolayı bir bakayım dedim. Geçtiğimiz günlerde Hande, Amerikan uyarlaması ile ilgili bir yazı yazmıştı, dilerseniz ona da bakabilirsiniz. Ben geleyim bölüme:


Forbrydelsen (Danimarka) – The Killing (Amerika) – Cinayet (Türkiye)

Jeneriğiyle ve girişiyle güzel bir giriş yaptığını düşündüğüm Cinayet’i sıfır reklamla da bitirivermiş oldular. O bitişten önceki son dakika reklamını saymıyorum ben, sayılmaz da zaten. Diziyi uyarlama kimliğinden ayrı ve genel anlamda değerlendirirsek güzel bulduğumu söyleyebilirim. Özellikle de Borova ailesi, ve daha özeli Ahmet Mümtaz Taylan olmak üzere cast da yerine oturmuş duruyordu.

Tabii bölüm boyunca insanın kulağını tırmalayan, gözüme batan şeyler de yok değildi. Hatta ilki daha bölümün başında yapıldı: “Elinin hamuruyla erkek işine karışmak” deyişi. Bir erkek olarak kendi adıma bundan hoşlanmayan biriyim, ne gerek vardı da diyorum. Karakteri gıcık yapalım derken o kadar abartmasalarmış da olurmuş.

Maksimum 60 dakika süren dizilerin bizde 90-100 dakika olmasından dolayı dizinin başındaki veda partisi gibi eklemeleri insanı sıkacak ya da rahatsız edecek ölçüde yapmamalarını da takdir ettim.

Senaryoya gelirsek onu da toparladıklarını düşünüyorum. Kosova’ya düğüne giden aile kızlarını arkadaşında kalması için geride bırakır. Dıştan bakıldığında başarılı ve sevilen kız ortada yoktur. Başlarlar aramaya taramaya, sevgilisiyle Bakü’ye gidecek olan Zehra’nın görevindeki son günüdür ama işine takıntılı biri olarak kendini buna kaptırır (aslında bu az hali, daha da kaptıracak) da kurtaramaz.

Zaten bölümde erkek arkadaşını da ekti gördüğünüz gibi… Adamda ekilecek tip vardı ya neyse.

Bu arada da ailenin, üniversitenin ve haliyle politikacı kesimin yaşadıklarına giriş yaptık. Ailenin özellikle bölüm sonlarındaki performanslarını takdir etmeden olmaz. Ahmet Mümtaz Taylan’a zaten diyecek laf yok, Goncagül Sunar da en azından onun yanında vasat kalmadı. Politika kısmında ülkemiz sularına ait olduğu belli çekişmelerle biraz sıkılmadım değil. Seçim muhabbetinden daha çok arka plana uğramalarını tavsiye ederim.

Dizinin başında fark ettiyseniz ‘1. Gün’ diye bir ekran yazısı geçmişti. Dizinin temasını bozmazlarsa her bölüme bir gün ilerleye ilerleye gidecekler. Bana göre seçimlere yakın, hatta muhtemelen de seçim günü (28 gün var bahsi geçti dizide) her şey sona erecek. Çok uzatmadan en azından bu vakayı kapatmaları benim de tercihim.


İlk görüşte anlaşamamazlık böyle olsa gerek.

Dizi için uyarlamalardan bağımsız olmaya çalışmaya çalıştığımı söyleyebilirim ama yine de şundan da bahsetmek istiyorum:

Dizide çok önemi olmasa da Forbrydelsen ve The Killing’te olan bir şeyden bahsetmezsem içimde kalır: İkisinde de ölen kızlar sırasıyla Nanna ve Rosie de lise öğrencisiydi. Gonca’yı neden üniversite öğrencisi yapma gereği duymuşlar anlamadım. Ekranella yazarlarımızdan Nida bana “Partiye giriş yaşı, kredi kartı kullanımı, evden daha rahat çıkma muhabbeti vs. vs.” (vs.lerin birazı da bende kalsın, sonra spoiler falan olur.) diye bir fikir yürüttü, muhtemelen de haklı ama lise yapsalardı da çok bir şey fark etmezdi. En azından The Killing’te Rosie’ye engel olmamıştı tüm bunlar.

Ayrıca ben Gonca’nın bulunduğu arabayı beğenmedim. İki kız da yabancı dizilerde başkan adayının seçim arabasında bulunuyorlardı. Bunda bir şey değiştirmedilerse –ki sanmıyorum- Doblo’dan böyle seçim arabası mı olurmuş allasen?

Giyim kuşam: Nurgül Yeşilçay ve Engin Altan Düzyatan bugün Hürriyet’te yayınlananröportajlarında giydikleri için “Kabanlar, ceketler karakter imajı değil, hepsi üşüdüğümüz için,” demişler ama aradan o da kaçmış. Arama motorlarından Forbrydelsen ve The Killing ile ilgili resimleri karşılaştırırsanız fark edersiniz, kostüm sorumlusu Danimarka modasını beğenmemiş galiba ki Zehra ve Yılmaz Amerikan versiyondaki dedektifler Linden ve Holder gibi giyinmişler.

Son olarak:

Merak ediyorum: Forbrydelsen’den The Killing uyarlandığında gelen yorumlar çoğunlukla dizinin ilk başlarda orijinaliyle çok aynı gitse de gittikçe farklılaştığıydı ve sonunda katili de değiştirmişler.The Killing gibi orijinalin haklarını satın alan bizimkilerin katil olarak ne seçim yapacaklarını, kime uyacaklarını veya –pek sanmamakla birlikte- cesaret edip üçüncü bir şahııs çıkarıp çıkarmayacaklarını.

Yolu açık olsun…
Devamını oku ...